Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Var imdi âkil1 ol, hayr işle dâim,
Olasın tâ iki âlemde sâlim...
[İbadet ve hayırlar, belli zamanlarda îfâ edilip bitirilirler. Lâkin insanı ebedî saâdete kavuşturacak olan Hakkʼa kulluk, dâimîdir. Îman, kalbin Cenâb-ı Hakk’a dâimî bağlılığıdır.
Dolayısıyla müslümanlık, sırf Ramazanʼa veya muayyen vakitlere mahsus bir merasim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır. Nitekim âyet-i kerîmede:
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَق۪ينُ
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (el-Hicr, 99) buyrulmaktadır.
Dolayısıyla, vakti meçhul olan son nefese kadar, ibadetlerde gevşeklik göstermeye, rehâvete kapılmaya, bu hususta nefse tâviz vermeye aslâ müsâade yoktur.
Nitekim Cenâb-ı Hakkʼın bizlere örnek şahsiyet olarak takdim buyurduğu Peygamber Efendimiz (s.a.v) hiçbir zaman kulluk vazifelerinden geri kalmadı, aslâ rehâvete kapılmadı.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼe Vedâ Haccıʼnda dînin tamamlandığını bildiren âyet-i kerîme2 nâzil oldu. Fakat Efendimiz (s.a.v) ümmetine o kadar merhametliydi ki, son nefesine kadar tebliğine devam etti. Son nefesinde bile kendi ıztırâbını unutup ümmetinin ebedî kurtuluşunun telâşı içinde oldu. Vefâtı ânında, sesi kısılıncaya kadar; “Aman! Namaza, namaza devam edin! Ellerinizin altındaki insanların hukukuna dikkat edin! Onlar hakkında Allah’tan korkun!”3 şeklinde tavsiyelerde bulundu.
Böylece, son nefese kadar hiç bitmeyen, bilâkis sürekli artan bir kulluk gayreti içinde bulunmamız gerektiğini, hâl lisânıyla da biz ümmetine tebliğ etmiş oldu.
Efendimizʼin rahle-i tedrîsinde yetişen ve Cennetʼle müjdelenen nice sahâbî de aynı gayret ve hassâsiyet içinde yaşadı. Onlar hiçbir zaman;
“‒Biz Allâhʼın dînini yüceltmek için canımızla, malımızla, bütün imkânlarımızla gayret ve fedakârlık gösterdik, Cennetʼle müjdelendik, artık biraz kenara çekilip rahat edelim…” demediler.
Cenâb-ı Hak, bizlerden de, Rasûlʼünü ve Oʼnun yetiştirdiği güzîde ashâbını örnek almamızı, onlara güzelce tâbî olan ihsan sahiplerinden olmamızı istiyor.4
Yani Rabbimiz; bizden mevsimlik/dönemlik değil, ömrün her ânını kaplayan güzel bir kulluk istiyor. Zira İslâm bir bütündür. Dîn, ömrün her ânını düzenleyen bir hayat nizâmıdır; kimi zaman yaşanıp kimi zaman terk edilemez.
Bu sebeple, nasıl ki Ramazân-ı Şerîfʼte kulluk gayretlerimizi artırmışsak, bu gayreti bütün ömrümüze de teşmil etmeliyiz. Nitekim bu hikmete binâendir ki, Kadir Gecesiʼnin hangi gün olduğu mahfuzdur. Ehlûllah, onun bazen Ramazan dışındaki aylarda da gelebildiğini bildirmişlerdir.
Sahâbeden Abdullah ibn-i Mesʼûd t da:
“Kim bütün seneyi ihyâ ederse, Kadir Gecesiʼni de idrâk etmiş olur.” buyurmuştur. (Müslim, Sıyâm, 220)
Yine insanın mânevî fırsatları değerlendirme hususunda ömür boyu teyakkuz hâlinde bulunması gerektiğini ifade sadedinde;
“Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil!” buyrulmuştur.
Cenâb-ı Hak, Kadir Gecesiʼni bütün bir yıl içinde gizlediği gibi, rızâsının da gazabının da ne zaman tecellî edeceğini, vakitler içinde gizlemiştir. Böylece her zaman rızâsı yolunda gayret edip her an gaflet ve isyandan sakınmamızı murâd etmiştir. Zira an vardır büyük kazançlara, an vardır büyük kayıplara vesîle olabilir.
Bu itibarla, kulluk vazifeleri hususunda her dâim gayretli olmalı; rehâvet, tembellik ve ihmalkârlıktan, hele de kazanılan bir ibadet gayretini kaybetmekten, son derece sakınmalıyız.
Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, Abdullah bin Amr bin Âs v’ya şu tavsiyede bulunmuştur:
“Ey Abdullah! Falan adam gibi olma! Çünkü o, gece ibadetine devam ederken, artık kalkmaz oldu.” (Buhârî, Teheccüd, 19)
Bizler de Ramazân-ı Şerîfʼte bir ay boyunca sahura kalkarak, aslında bir seher alışkanlığı da kazanmış olduk. İşte bu kazancımızı kaybetmemek için, rûhumuzun mânevî gıdalarla beslenip kuvvet bulacağı o feyizli vakitleri, uykuyla ziyan etmeyelim.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, en meşakkatli zamanlarda, hattâ zorlu çöl seferlerinde bile teheccüd namazını ihmâl etmemiş, büyük bir îtinâ ile ona devam etmiştir. Ümmet-i Muhammed olarak bizim de Ramazan’dan sonraki seherlere de ihtimam göstermemiz; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”5 hadîs-i şerîfi muktezâsınca, Efendimiz (s.a.v)’e olan muhabbetimizin, en güzel şâhitlerinden biri olacaktır.
Yine “Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in en çok sevdiği ibadet, sahibinin devamlı yaptığı ibadet idi.”6
İbadetlerdeki devamlılık o kadar mühimdir ki, Efendimiz (s.a.v) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Amellerin Allah Teâlâʼya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.” (Müslim, Müsâfirîn, 218)
Hazret-i Âişe (r.a) Vâlidemiz de:
“Allah Rasûlüʼnün ameli, hafif ve devamlı yağan yağmur gibiydi…”7 buyurarak Efendimiz’in başladığı bir ibadeti sürekli yaptığını, onu hiçbir zaman terk etmediğini bildirmiştir.
Az da olsa devamlı ibadet etmek, ilk bakışta basit ve yetersizmiş gibi görünse de, ona sabır ve istikrâr ile devam edildiği takdirde, neticede çok büyük birikimlerin meydana geleceği muhakkaktır. Nitekim; “Damlaya damlaya göl olur.” denilmiştir. Ayrıca, mermeri delen; suyun kuvveti değil, üzerine düşen damlaların sürekliliğidir.
Bu itibarla sadece mübârek gün ve geceleri ihyâ edip diğer günlerde imkân varken ihmalkâr davranmak, büyük bir ziyanlıktır.
Merhum babamız Mûsâ Efendi, bizleri şöyle îkaz buyururdu:
“Evlâdım, mutlakâ riyâzat hâlinde (iktisâda riâyet ederek) yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara ve Ramazan’a mahsus olmasın! Onu, hayatınızın her safhasına yayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin!
Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe veya Topkapı Sarayı’nda bile yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya (israf ve cimrilikten sakınmaya) mecbursunuz. Onun için, malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın…”
Velhâsıl, ibadetlerle ihyâ edilen bir Ramazan’dan sonra yanlışlara, günahlara, gaflet ve ihmâlkârlığa dûçâr olmak, doldurulan çuvalın ağzını bağlamadan terk etmeye benzer. Kazanılıp biriktirilen ne varsa dökülür, elde sadece hüsran kalır.
Bunun içindir ki Hazret-i Ali (r.a):
“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onun kabûlüne ve korunmasına gösteriniz.” tavsiyesinde bulunmuştur.
Düşünmek gerekir ki sayılı günlerden ibâret olan dünya hayatı, ne kadar uzun görünse de, yine sayılı günlerden ibâret olan Ramazân-ı Şerîf gibi, kısa bir zaman dilimidir. Bu sebeple nasıl ki Ramazan ayını müstesnâ bir mânevî kazanç mevsimi olarak görüp kulluk gayretlerimizi artırıyorsak, ömrümüzü de öyle telâkkî etmeliyiz.
Fânî ömrümüzü, kulluk gayreti ve heyecanı ile ihyâ edelim ki; hayatımız âdeta dâimî bir Ramazân-ı Şerîf, âhiretimiz de Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla bir ebediyet bayramı olsun…]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Âkil isen hayra sa‘y et dâimâ
“Akıllı isen, dâimî olarak hayra çalış. Zira âyet-i kerîmede; «İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.»8 buyrulmaktadır.”
[Cenâb-ı Hakk’ın bir imtihan âlemi ve mârifetullah mektebi olarak yarattığı kâinâta ibret nazarıyla baktığımız zaman görürüz ki; hiçbir şeyde bir hantallık, donukluk ve atâlet yoktur. Dünya, Güneş, Ay, yıldızlar ve galaksiler, ilâhî tayinle belirlenmiş olan vazifelerini, hiç aksatmadan yerine getiriyor, bunun için durmaksızın hareket ediyor.
Makro âlem gibi, mikro âlemde de durum farklı değil. Meselâ maddenin en küçük parçası denilen atoma bakıldığında; onun içinde de proton, nötron, elektron ve diğer kuarkların, müthiş bir hızla ve dâimî bir sûrette deveran hâlinde oldukları görülüyor. Yani cansız denilen cemâdat bile, dâimî bir hareketle Yaratıcıʼsının takdîr ettiği nizâma boyun eğmiş hâldedir.
Hâl böyle iken, mahlûkâtın en şereflisi olarak ve ahsen-i takvîm üzere / en güzel kıvamda yaratılmış olan insanoğlunun bu ilâhî tanzîmin dışında kalması, yaratılış gayesine aykırı şekilde davranması, sâlih amellerden, hayırlı gayret ve faâliyetlerden uzak durması, ne büyük bir gaflettir!
Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde:
“Göğü Allah yükseltti ve mîzânı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın!” (er-Rahmân, 7-8) buyuruyor.
Eğer insan, kâinattaki bu ilâhî nizâma aykırı şekilde, nefsânî bir atâlet içinde kalırsa, yahut gücünü Hakkʼın değil bâtılın emrinde kullanırsa, kendine yazık etmiş, âdeta muazzam bir hazineyi çöpe atmış olur.
Şâir Mehmed Âkif, Safahat’ında, insanı tembellik ve gafletten uyandırarak gayrete getirme maksadıyla şöyle der:
Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!
Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı? Dur!
Mâsivâ9 bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile:
Bak tecellî eyliyor bin şe’n-i gûnâgûn10 ile.
Ey, bütün dünyâ ve mâfîhâ11 ayaktayken yatan!
Leş misin davranmıyorsun? Bâri Allah’tan utan!..
Dolayısıyla;
‒Cenâb-ı Hakkʼın bizlere lûtfettiği ömür nîmetinin her ânını sâlih amellerle tezyîn etmeye çalışmalı,
‒İyilik ve takvâda yarışmalı,
‒Sâlih amellerimizi, hayır-hasenâtımızı, fedakârlıklarımızı hiçbir zaman kâfî görmeyip Allah yolunda hep daha fazlasını yapabilmenin gayreti içinde olmalıyız.
Zira fânîliğinin idrâki içinde olan bir müʼmin, aslâ boş duramaz, âtıl ve faydasız kalamaz. Bizler de canımızla, malımızla, elimizle, dilimizle, -hiçbir şeye gücümüz yetmezse- kalbî duâlarımızla, dâimâ hayırlı bir gayretin içinde olalım ki âhiretimizi tehlikeye atmayalım.
Diğer taraftan, ilâhî imtihan âlemi olan dünyada, sürekli hak ile bâtılın, îman ile küfrün, hayır ile şerrin mücâdelesi vardır. Bu mücâdelenin doğru tarafında peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih mü’minler bulunmaktadır; yanlış tarafında da şeytan ve avenesi, yani İslâm düşmanları...
İşte bu mücâdelede bir mü’minin atâlet sergilemesi, hissiz, nâdan, alık ve abus kalması da, gerçek bir îman şuuruyla aslâ bağdaşmaz. Bunun için mü’min; canıyla, malıyla, kâbiliyetleriyle, emeğiyle, çevresi üzerindeki tesiriyle, velhâsıl sahip olduğu bütün imkânlarla İslâm’ın muzafferiyeti, hakkın ve hayrın galebesi, şerrin ve bâtılın bertarafı uğrunda gayret sarf etmelidir. Zira bu gayretler, hem kulun âhirette vebalden kurtulmasına, hem de büyük ecirler kazanmasına vesîledir.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Nevm-i gafletten uyanıp aç gözün merdâne bak,
Ehl-i Hak ile olagör, olma anlardan ırak!..
“Gaflet uykusundan uyanıp gözünü aç da mertçe bir bak! (Âleme ricâlullâhʼın / Allah adamlarının bakışıyla nazar et!) Dâimâ Hak ehliyle / Hak dostlarıyla beraber ol, onlardan uzak kalma!..”
[İnsan şahsiyetine tesir eden iki mühim müessir vardır:
Birincisi; kazancın ve yenilen lokmaların helâliyet derecesidir. Zira haram kazanç ve lokma, mânevî hayata zehir saçıp ibadetlerin rûhâniyetini zedeler. Helâl kazanç ve gıda ise gönül feyzini ziyâdeleştirip rûhâniyeti takviye eder, sâlih amellere iştiyâkı artırır.
İnsan şahsiyetine en çok tesir eden ikinci müessir ise; ülfet edilen kimselerin mânevî durumudur. Nasıl ki su, içine girdiği kabın şeklini alırsa, insanın akıl ve gönül dünyası da -ekseriyetle- içinde bulunduğu çevrenin fikriyat ve hissiyâtına bürünür.
Dolayısıyla insanı, çoğu zaman doğru yola da yanlış yola da sevk eden, beraberinde bulunduğu kimselerdir. Yani beraberinde bulunduğun insan sâlih ise, mânen selâmete erersin; fâsık ise, felâkete dûçâr olursun. Hayırlı insanlarla dost olursan hayır üzeresin, şerli insanlarla dost olursan şer üzeresin, demektir.
Bu sebeple sâlih ve sâdık müʼminlerle ülfet edip onlarla yakınlık ve dostluk kurmak, büyük bir kazançtır. Zira o müʼminler, kalplerindeki îmânın aşk, vecd ve heyecanını, kimi zaman söz ve davranışlarıyla, kimi zaman da hâl lisânıyla muhâtaplarına aksettirirler. Bu itibarla, sâlih zâtlar ile ülfet edip onlarla hemhâl olanlar, bu müsbet tesirler neticesinde, zamanla sâlihleşirler.
Nitekim Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmede:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyurmuştur. Zira sâdık olmak, bu beraberliğin en tabiî neticesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de nakledilen Ashâb-ı Kehfʼin kıssası, bu hususta dikkat çekici bir misaldir. Kıtmîr, bir kelp olduğu hâlde, o sâlih mü’minlere sadâkatle bekçilik ettiği için, kendisine onların güzel hâllerinden bir hisse nasîb olmuştur. Onun da sâdıklarla beraber Cennet’e gireceği bildirilmiştir.12
Bir kelp, Cenâb-ı Hakk’ın sâlih ve sâdık kullarından ayrılmayıp onlara bekçilik etmesinden dolayı bu dereceye ulaşırsa, hakikî bir mü’minin, Hak dostu âlim ve ârif zâtlara muhabbet ve sadâkatle bağlanarak nasıl bir mânevî tekâmül yaşayabileceğini, düşünmek gerekir.
Sâlih ve sâdık müʼminleri görüp onların îman heyecanından ve takvâ hassâsiyetlerinden hisse alarak gaflet uykusun-dan uyanmak, çok büyük bir nîmettir. Bu hâl, âdeta enerjisi tükenen bir âletin yeniden şarj olması gibi, mânevî bir diriliş vesîlesidir.
Bu sebepledir ki mânevî terbiye yolu olan tasavvufta, sâlihlerle beraberliğin asgarî ölçüsü olmak üzere, belli aralıklarla bir araya gelmek demek olan “sohbet”lere devam etmek, son derece mühim bir kâidedir.
Gül bahçesinde gezen insanın üzerine gül kokuları sinmesi gibi, mânevî sohbet meclislerinin en bereketli neticesi de, orada bulunanların müsbet hissiyâtının, yani ihlâs, takvâ, muhabbet ve mârifet nûrunun, birbirine sirâyet etmesidir.
Sohbetlerde, fizikteki birleşik kaplar kanunu misâli, kalpler birbirinden istifade eder, hâl transferi ve tesir alışverişi gerçekleşir. Zamanla kalbî keyfiyetler birbirine benzemeye başlar. Zevkler, duyuşlar, görüşler ve tercihler aynı hâle gelir.
Bu itibarla kimlerle dostluk ve ülfet edeceğimiz hususunda son derece dikkatli ve seçici davranmalıyız.
Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:
“Mü’min, mü’min kardeşi için bir bina gibidir ki, birbirine kenetlenerek onu yıkılmaktan korur.” (Buhârî, Salât, 88; Müslim, Birr, 65)
Yani bizim bir yanlışımızı gördüklerinde münâsip bir lisanla îkaz edecek, hatâ ve kusurlarımızı samimiyetle düzeltecek, Kurʼân ve Sünnet istikametinde bir hayat yaşamamıza yardımcı olacak müʼminlerle dost olmalıyız.
Unutmayalım ki, bizi doğru yola getirmek için nefsimizin hoşlanmadığı sözlerle de olsa îkazda bulunan biri; bizim ebedî saâdetimizi isteyen hakikî dostumuzdur. Nitekim, Müʼminlerin Emîri Hazret-i Ömer (r.a):
“En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” buyurmuştur. (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130)
Tabi bu nevî îkazların tenhâda, başbaşa iken ve lisân-ı münâsip ile yapılması gerekir.
Bu samimî îkazların aksine; bizi yoldan çıkarmak için yüzümüze gülüp iltifat eden, nefsimizin hoşlandığı şeylere davet eden biri de, hakîkatte bizim dostumuz değil, ebedî hüsrâna uğramamızı isteyen hasmımızdır.
Tâbiîn neslinden Bilâl bin Sa‘d (r.a) şöyle buyurmuştur:
“Senin dindarlığını artıran dost, her karşılaştığında avucuna bir altın koyan dosttan daha hayırlıdır.”
Dolayısıyla; Allah için sevecek, Allah için îkaz edecek ve zor gününde Allah rızâsı için elinden tutacak gerçek bir dosta sahip olan insan, dünyanın en kıymetli servetine sahip demektir.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Mukârin olan keme,
Yaramaz eme-seme!
Nefsime ısmarlama,
Meded Senʼden, meded Hay!..
“Kötü/fenâ kimseye yakınlık/dostluk gösteren kimse, hiçbir işe yaramaz! Beni bu hususta nefsime bırakma, yardım Senʼdendir ey Hay olan Rabbim, imdâd eyle!..”
[Kâmil bir îman; lâyıkına muhabbet, müstahakkına da nefreti gerekli kılar.
Hakkʼa, hayra ve hakîkate vâsıl olmak isteyen bir kul; bâtıldan, şerden, şeytan ve avenesinden uzak durmakla mükelleftir.
Müʼmin; hayat ve hâdiselere, Allah ve Rasûlullah düşmanlarının baktığı yerden değil; îman ufkundan, sâlih ve sâdık müʼminlerin zâviyesinden bakmalı, dünyayı âhiret penceresinden seyredecek bir ârifâne bakış kazanmalıdır. Aksi hâlde; nefsin, şeytanın ve İslâm düşmanlarının izinden gidilirse, Cenâb-ı Hakkʼın nîmeti, rahmeti, inâyeti üzerimizden kalkar, sonraki pişmanlık da fayda vermez.
Cenâb-ı Hak biz kullarını îkaz buyuruyor:
“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur! Sizin Allahʼtan başka dostlarınız yoktur. Sonra (Oʼndan da) yardım göremezsiniz!” (Hûd, 113)
Demek ki dünyada îtibar bulmak, güç ve taraftar kazanmak veya maddî menfaat elde etmek için, İslâmʼdan ve îmandan tâviz vererek din ve ahlâk düşmanlarına, fâsık ve gâfillere yakınlık göstermek ve onlara destek olmak; kişinin Allah nezdindeki îtibârını yerle bir eder. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de:
“…Asıl izzet, ancak Allâh’ın, Peygamber’inin ve mü’minle-rindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” (el-Münâfikûn, 8) buyrulmaktadır.
YORUMLAR