Nice ölümü beklenen hastalar ve yaşlılar, kendilerinin vefâtını bekleyenlerin ardından gözyaşı dökmüş, onların yasını tutmuşlardır. Dolayısıyla ölümün yaşı ve sırası yoktur. Tıpkı metrajı belli olmayan bir makara gibi; ömrün ne zaman ve nasıl biteceği meçhuldür. Bu yüzden son nefese her an hazırlıklı olmak elzemdir.
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Gidenleri görmez misin?
Yer altına girmez misin?
Hak katına varmaz mısın?
Nicʼolur hâlin ey gâfil?!.
[Bu dünya, Âdem (a.s)ʼdan günümüze kadar sayısız mahlûkat ile kaç defa doldu boşaldı?! Müʼminiyle kâfiriyle, mazlumuyla zâlimiyle, âlimiyle câhiliyle, genciyle yaşlısıyla her fânîye bir gün ölüm gelip çattı. Dünya konağından gelip geçen herkes, şimdi kabir âleminde kıyameti bekliyor.
Hazret-i Ebû Bekir (r.a) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:
“Nerede herkesin hayran olduğu güzel yüzlü insanlar?!
Nerede gençliğine mağrur olan yiğitler?!
Nerede ihtişamlı şehirler kurup etrafını yüksek surlarla çeviren hükümdarlar?!
Nerede harp meydanlarının mağlûbiyet tanımayan kahramanları?!
Zaman hepsini çürütüp yerle bir etti. Hepsi kabrin karanlıklarına gömülüp gittiler.
Acele edin, acele edin! Vakit geçmeden aklınızı başınıza alın da, ölüm ötesine bir an evvel hazırlanın! Kendinizi kurtarın, kendinizi kurtarın!”1
Hepimiz, bir zamanlar anılmaya değer bir ismimiz bile bulunmazken, yoktan var edildik. Ruhlar âleminde mâhiyetini bilmediğimiz bir hayat yaşadıktan sonra, orayı da terk ettik, ana rahminde can bulduk, sonra dünyaya geldik. Meçhul bir gün, bu dünyada da ölüp kabir âlemine doğacağız. Kabir/berzah âlemindeki hayatımız da kıyametle son bulacak, ebedî âlemde dirileceğiz.
Hani şairin;
“Felek bir gün cana kıyar,
Bizi kaptan kaba koyar…”
dediği gibi, pek çok doğum ve ölümlerle, sürekli bir merhaleden diğerine seyahat eden ve sonunda âhiret yurdunda karar kılacak olan ebediyet yolcularıyız.
Düşünmeliyiz ki;
“Niçin dünyaya geldik? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye?..”
İşte bütün mesele; bu akışın farkında olmak, dünyaya gelişin hikmetini idrâk etmek, gidenlerden ibret alabilmek, doğum ve ölüm muammâsını çözebilmek. Muvakkaten konakladığımız dünya misafirhanesinde yerli edâsıyla oturmamak. Ölüme hazırlık gayretleriyle dolu, bereketli bir kulluk ömrü yaşayabilmek. En mühimi de, ölümü kendimize uzak görme gafletinden sakınmak.
Arapça bir şiirin tercümesinde şöyle denilmektedir:
“Takvâyı kendine azık edin. Çünkü gece olduğunda sabaha çıkıp çıkamayacağını bilemezsin.
Nice sapasağlam insanlar vardır, hastalanmadan ölmüşlerdir; buna mukâbil nice hastalar vardır ki uzun zaman yaşamışlardır.
Uzun zaman yaşayacakları ümit edilen nice çocuklar vardır, bedenleri kabrin karanlığına konulmuştur.
Sabah-akşam gülüp oynayan nice genç vardır ki kefeni kader tezgâhında dokunur da bunu bilmez.”2
Hakîkaten nice ölümü beklenen hastalar ve yaşlılar, kendilerinin vefâtını bekleyenlerin ardından gözyaşı dökmüş, onların yasını tutmuşlardır.
Dolayısıyla ölümün yaşı ve sırası yoktur. Tıpkı metrajı belli olmayan bir makara gibi; ömrün ne zaman ve nasıl biteceği meçhuldür. Bu yüzden son nefese her an hazırlıklı olmak elzemdir.
Diğer taraftan; Cenâb-ı Hak, kullarını gafletten uyandırmak için Kur’ân âyetleriyle îkaz buyurduğu gibi, bunu kimi zaman da kevnî âyetleriyle, yani ilâhî kudret ve azametinin kâinattaki tecellîleri ile yapar. Zelzeleler, tsunamiler, fırtınalar, seller, kuraklıklar, yangınlar, virüs salgınları gibi sıra dışı hâdiselerle, biz kullarına fânîliğimizi hatırlatır.
İşte ölümü ve âhireti sadece bu nevî ilâhî îkazlarla karşılaşınca hatırlayıp, kurtulduğumuzda unutuverme gafletinden sakınmalıyız.
Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
Bu nebevî tâlimâtın bir tezâhürü sadedinde, mânevî terbiye mektebi olan tasavvufta ölümü tefekkür etmek, belli zamanlara has değil, her gün yapılan evrâd ve ezkârın ayrılmaz bir parçası hâline getirilmiştir. Bizler de bu usûlü, gafletten korunmak ve gönüllerimizin feyz ve rûhâniyetini artırmak için bir nîmet bilelim.
‒Ölüm meleğiyle her an karşılaşabileceğimizi,
‒Bez kundakla geldiğimiz bu cihandan, tabut denilen tahta bir kundakla gideceğimizi,
‒Eş, dost ve akrabamızın bizi kabre koyup döneceklerini,
‒Dünyaya bir daha dönüşü olmayan kabirde, sadece îman ve amellerimizle baş başa kalacağımızı hatırımızdan çıkarmayalım.
Bir cenaze arabası gördüğümüzde, bir selâ işittiğimizde, bir vefat haberi aldığımızda, bir kabristanı ziyaret ettiğimizde, onların başına gelenin, her an bizim de başımıza gelebileceğini unutmayalım.
Şu mezar taşı ifadesi ne kadar mânidardır:
“Ey ziyaretçi! Dün ben senin gibiydim. Gâfil olma, yarın da sen benim gibi olacaksın!”
Nitekim bir zât; kendisine, ailesine ve malına karşı düşmanca davranan birinin fecî bir şekilde öldüğü haberini alır ve kabri başına gidip ona; “Hayatında bize etmediğin eziyet kalmadı, işte şimdi lâyığını buldun.” diyerek hıncını almak ve içini soğutmak ister. Fakat kendisine düşmanlık eden şahsın kabrine yakın, bir başka mezar taşındaki şu ibârelere gözü takılır:
“Biz de ancak onlar gibiyiz. Ne var ki biz onlardan sonra, az bir müddet daha dünyada kaldık, onlar bizden önce göçtüler.”
Bu ifadeler, o zâtın aklını başına getirip gafletten uyandırır. Zihninde kurduğu kötü sözleri söylemekten vazgeçer ve kendi âkıbetinin derdiyle gözyaşı dökmeye başlar.3
Dolayısıyla gafletten kurtulmak için cenâze teşyîine katılmak ve zaman zaman kabristanları ziyaret etmek îcâb eder. Zira “Hayat nedir?” suâlinin en derin cevâbı, kabristanların rutubetli taşlarında gizlidir. Ölüm sessizliğine bürünmüş her mezar taşı, hâl lisânı ile konuşan ateşli bir nasihatçidir. Mezar taşlarının sessiz fakat ibret dolu mesajlarından bugün hisse alabilmek, ebedî yarınlar için büyük bir bahtiyarlık vesîlesidir…
Bunun için ecdâdımız da kabristanları, günde beş vakit gittikleri câmilerin etrafına ve şehir içlerine yapmışlardır ki;
‒Hem mevtâlara rahmet okunsun, hem de hayatta olanlara istikbâldeki adreslerini hatırlatsın.
‒Oradan gelip geçen herkes ibret alsın, âkıbetini düşünsün.
‒Gençliğine, sıhhatine, gücüne-kuvvetine aldanıp kendini dünyada kalıcı zannetme gafletinden sakınsın.
‒Başkalarının kusurlarıyla uğraşmak yerine, kendi hatâ ve noksanlıklarını bir an evvel telâfi etmenin derdine düşsün.
‒Dünyasına ve âhiretine faydası olmayan boş şeylerden yüz çevirsin.
‒Ebedî hayatın saâdet sermâyesini bir an evvel tedârik etmenin gayretine girsin.
‒Böylece dünya hayatını âdeta uhrevî bir iklimde yaşasın.
Yine ecdâdımız, saraya giden yollara ihtişamın sembolü olan, fakat sonbaharda yapraklarını döken çınar ağaçları dikmişlerdir ki fânîliği hatırlatsın. Mezarlıklara ise ebediyetin sembolü olarak yaz-kış yaprağını dökmeyen selvi ağaçları dikmişlerdir ki esas hayat olan âhiretin sonsuzluğunu hatırlatsın.
Velhâsıl bütün bu fânîlik manzaralarının tefekküründe yoğunlaşmak; gönüllerde rikkat, hassâsiyet ve derinlik hâsıl eder. Kalpleri, nefsânî arzuların ve dünyevî ihtirasların işgâlinden korur.
Fakat bunun zıddına, ölümü tefekkür ve âhiret inancı azaldıkça; edepsizlik, hayâsızlık, fısk u fücur, zulüm ve haksızlıklar artar. Gönül âlemi, fânî ve nefsânî ihtirasların mezbelesine döner. Kalp gözü gafletle körelen insan, artık sefâletini saâdet zannetme şaşkınlığına düşer.
Nitekim 14 asır önceki câhiliye devrinde müşrikler de, nefislerinin istediği gibi azgınca yaşamaya devam edebilmek için, Peygamber Efendimiz (s.a.v)ʼden, getirdiği âhiret haberini iptal etmesini, bu takdirde Oʼna tâbî olacaklarını söylemişlerdi.
Bugünün modern câhiliyesi de -nefsin keyfini kaçırdığı gerekçesiyle- bilhassa medya eliyle âhireti unutturmak istiyor. Şeytan ve onun hizmetkârları, insanlığın nefsâniyetini palazlandırarak, âhiretsiz, hesapsız, sorumsuz bir dünya hayatı telkin ediyor. Böylece insanı insanlıktan çıkararak “بَلْ هُمْ اَضَلُّ : hayvanlardan beter bir sapkınlığa”4 dûçâr etmeye çalışıyor…]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Yerin adı anın için oldu yer;
Kendi besler halkı âhir5 kendi yer…
[Hepimiz ilâhî imtihan dershânesi olan cihan mektebinin talebeleriyiz. Cenâb-ı Hak Kurʼân âyetlerini gönül gözüyle okuyup tefekküründe derinleşmemizi istediği gibi, kevnî âyetleri hükmünde olan kâinat kitabının sayfalarını da ibret nazarıyla okumamızı istiyor.
Meselâ üzerinde gezindiğimiz toprak, gönül ehli için ne büyük bir ibret ve tefekkür vesîlesidir.
Zira insanın fânî hayat mâcerâsı, topraktan toprağa dâimî bir akış manzarası sergiliyor. Topraktan yetişen gıdalardan insanın nüvesi oluşuyor, sonra o nüve nutfeye dönüşüyor, birçok merhaleden sonra insanın bedeni meydana geliyor.
İnsan, bedene üflenen bir ruh ile can buluyor. Vücudunu yine topraktan çıkanlarla besliyor. İnsanın dünya imtihanı bitince, ruh bedenden ayrılıyor, aslına rücû ediyor. Rûhun geçici olarak giydiği beden elbisesi de aslına, yani toprağa dönüyor. Toprak, ölenlerin naaşlarını, âdeta mukaddes bir emânet gibi bağrına basıp, haşre kadar, sâdık bir sırdaş gibi, sînesinde saklıyor.
Velhâsıl üstüne basıp geçtiğimiz toprak, sanki üst üste çakışmış milyarlarca gölge misâli, Âdem (a.s)’dan bugüne kadar gelip geçmiş sayısız insanın cesetleriyle dolu. Bir gün bizim bedenlerimiz de toprağın sînesindeki yerini alacak!..
Toprağı ibret nazarıyla okuyan Enes bin Mâlik (r.a)ʼın şu ifadeleri ne kadar mânidardır:
“Yeryüzü, (gâfil) insana şu on öğüt ile seslenir:
Ey Âdemoğlu!
- Üzerimde gezinip durursun; hâlbuki dönüşün banadır.
- Üzerimde türlü türlü günah işlersin; hâlbuki içimde azap göreceksin.
- Üzerimde gülüp eğlenirsin; hâlbuki içimde ağlayacaksın.
- Üzerimde sevinirsin; hâlbuki içimde üzüleceksin.
- Üzerimde mal toplayıp durursun; hâlbuki içimde pişman olacaksın.
- Üzerimde haram yersin; hâlbuki içimde kurtlar seni yiyecek.
- Üzerimde böbürlenirsin; hâlbuki içimde hor ve hakir olacaksın.
- Üzerimde neşe ile yürüyorsun; hâlbuki içimde hüzne boğulacaksın.
- Üzerimde aydınlıkta gezinirsin; hâlbuki içimde karanlıkta kalacaksın.
- Üzerimde topluluklar içinde dolaşırsın; hâlbuki içime tek başına gireceksin.” (İbn-i Hacer el-Askalânî, Münebbihât, 37)
Velhâsıl yarın toprak altının horluğuna dûçâr olmamak için, bugün toprak üstündeki süflî arzulara kapılmayalım, nefsânî câzibelere aldanmayalım. Her an dâvet edilmesi muhtemel bir ebediyet yolcusu olduğumuzu, Azrâil (a.s) ile meçhul bir zamanda randevumuz bulunduğunu, hatırımızdan çıkarmayalım.
Şunu da unutmayalım ki, korkunun ecele faydası olmadığı gibi, kulu gayretlendirmek yerine daha da pasifleştiren hastalıklı bir korkunun da hiçbir faydası yoktur. Dolayısıyla ölümden kaçmak yerine onunla yüzleşmeye her an hazır hâlde bulunmaya çalışalım. Kendimize kabir hazırlamak yerine, kabre kendimizi hazırlayalım ki, âhiretin ilk konağı olan kabrimiz, Cennet bahçelerinden bir bahçe olsun…]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Gelmenin bir gitmesi var ey hümâm!6
Gitti gelmek, kaldı gitmek veʼs-selâm!..
[Dünyevî bir imtihanı kaybedersek, bir sonraki imtihana yeniden girebiliriz. Fakat bizler dünyaya bir defalığına gönderildik. Bu dünyadaki kulluk imtihanımızın tekrarı da telâfisi de yok.
Nitekim Cenâb-ı Hak, verdiği ömür nîmetini gafletle ziyan edip bir fırsat daha verilmesi için nedâmet gözyaşlarıyla yalvaranlara dair uhrevî bir manzarayı, şöyle beyan buyuruyor:
“Onlar orada (Cehennemʼde);
«‒Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuz ameller yerine, sâlih ameller işleyelim.» diye feryâd ederler.
(Onlara şöyle denilir:)
«‒Size, düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azâbı!..” (Fâtır, 37)
İşte bu âkıbete dûçâr olmayalım diye, Rabbimiz diğer bir âyet-i kerîmede de biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..” (el-Haşr, 18)
Dolayısıyla âhiret azığımızı hazırlamak için bugünlerimizi fırsat bilelim. Her sabah uyandığımızda, güne şu tefekkür ile başlayalım:
“Şükürler olsun ki Cenâb-ı Hak bize ömür takviminden bir sayfa daha açtı. Daha dün hayatta olup bugün olmayan niceleri var. Bizim de yarına çıkabileceğimizin bir garantisi yok. O hâlde bugünü güzel değerlendirmeli, hatâlarımızın telâfîsi için fırsat bilmeliyiz. Zira bir gün gelecek ki o günün yarını olmayacak!..”
Hak dostlarından Rebî bin Huseym’in şu hâli de, ölüm ve ötesine hazırlık hususunda bugünün kadr u kıymetini bilmeye dâir câlib-i dikkat bir misaldir:
Rebî bin Huseym Hazretleri, bahçesine bir mezar kazmıştı. Kalbinin katılaştığını hissettiği zamanlarda bu kabre girer, bir müddet orada kalırdı. Dünyaya bir gün vedâ edeceğini ve mezarda bir istiğfar ve sadakaya bile muhtaç vaziyette kalacağını tefekkür eder, âhiretteki hesâbı düşünerek, derin bir muhâsebe iklimine girerdi. Sonra da şu âyetleri okurdu:
“Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında;
«–Rabbim, beni (dünyaya) geri gönder. Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih amellere sıkıca sarılayım!» der.
Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir lâftan ibârettir. Onların arkasında, tekrar diriltilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine mânî) bir perde vardır.” (el-Mü’minûn, 99-100)
Rebî Hazretleri mezardan çıkınca da kendi kendine;
“–Ey Rebî! Bak bugün geri çevrildin. Fakat dünyaya geri gönderilme talebinin kabul edilmeyeceği bir vakit de gelecektir. Şimdiden tedbirini al ve sâlih amellerini, Allah yolundaki gayretlerini ve âhiret hazırlıklarını artırmaya bak.” derdi.
Aslı Arapça olan bir şiirin, Amasyalı Muallim Cûdî tarafından yapılan şu manzum tercümesi, ne kadar da mânidar bir nasihattir:
Yâdında mıdır doğduğun zamanlar?
Sen ağlar iken güler idi âlem,
Şimdi öyle bir ömür sür ki olsun,
Mevtin sana hande, âleme mâtem…
Velhâsıl ömür senedinin meçhul vâdesi dolduktan sonra, artık esas hayat olan âhiretimiz için hiçbir şey yapamayız. Dolayısıyla bu günleri fırsat bilelim.
İşte Hüdâyî Hazretleriʼnin;
Ger7 Hüdâyî fazlına ola karîn,8
Kadrʼe erişir yeter ona hemîn.9
Kıl inâyet, kıl hidâyet yâ Muîn,
Lûtf ile ihsânın ayıdır Senʼin!..
buyurduğu gibi, mânevî hazine değerinde olan bir Ramazân-ı Şerîfʼe daha yaklaşıyoruz. Gönül hânelerimize senede bir aylığına gelen bu azîz misafiri, hamd ve şükürle güzelce karşılayalım, ihlâs ve takvâ hassâsiyetleri içinde güzelce ağırlayalım ve bizden hoşnud olacağı bir hâlde güzelce uğurlayalım. Ömrümüz Ramazân-ı Şerîf rûhâniyetiyle geçsin ki; son nefesimiz, ebedî saâdet müjdeleriyle gelen bir bayram sabahına dönüşsün.
Kulluk gayretleriyle ihyâ edilen zamanların kadr u kıymetini şu hadîs-i şerîf ne güzel îzah etmektedir:
Benî Uzre Kabilesi’nden üç kişi Peygamber Efendimiz’e gelip müslüman olmuşlardı. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Bunları kim misafir eder?” diye sordu. Talha (r.a):
“–Ben yâ Rasûlâllah!” dedi.
Onlar Hazret-i Talha’nın yanında kalırken Rasûlullah (s.a.v) bir askerî birliği sefere gönderdi. O üç kişiden biri bu sefere çıktı ve şehîd oldu. Efendimiz (s.a.v) bir müddet sonra bir askerî birlik daha gönderdi. Bununla da ikincisi çıktı ve o da şehîd oldu. Üçüncü şahıs ise bir süre sonra yatağında vefât etti.
Talha (r.a) der ki:
“–Yanımda kalan bu üç şahsı rüyamda Cennet’te gördüm. Yatağında ölen en öndeydi, ikinci sırada şehid olan onu takip ediyordu, ilk defa şehid düşen de en sondaydı. Şaşırdım ve yatağında ölen kişinin şehidlerin önünde olması biraz da ağırıma gitti. Hemen Peygamber Efendimiz’e giderek gördüklerimi anlattım. Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:
«–Bunda şaşılacak bir şey yok! Allah katında tesbîh, tekbîr ve tehlîli10 dilinden düşürmeden İslâm üzere ömür süren mü’minden daha fazîletli bir kimse yoktur.” (Ahmed, I, 163)
Peygamber Efendimiz (s.a.v), müslüman olarak hayat sürmenin kıymetini ashâbına anlatabilmek için şu misâli de verdi:
“–Yatağında ölen o kişi, şehîd olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? (O hâlde onlar arasında bu kadar fark tabiî ki olacaktır.)” (Ahmed, II, 333)
İşte bizler de muazzam bir âhiret sermayesi kıymetinde olan yeni bir Ramazân-ı Şerîfʼin arefesindeyiz. Geçen Ramazan aramızda olup da bu Ramazan’da olmayan nice tanıdıklarımız var. Bize de bu fırsat bir daha nasîb olur mu, bilmiyoruz!..
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, her namazı son namaz şuuruyla kılmamızı emir buyurduğu11 gibi, müşerref olduğumuz her Ramazân-ı Şerîf’i de son Ramazan’ımız olabileceği şuuruyla, büyük bir dikkat ve hassâsiyetle ihyâ etmeye gayret gösterelim.
Ramazân-ı Şerîf’in ibadet hayatını oruçlarla, teravihlerle, fitre ve infaklarla en güzel şekilde îfâ ederken, bu rahmet ayının verdiği merhamet telkinleriyle de din kardeşlerimizin dertleriyle daha çok dertlenelim.
Bilhassa bu mübârek ayda binbir çile ve ıztırapla karşı karşıya bulunan Gazzeli, Filistinli, Doğu Türkistanlı mazlum kardeşlerimize, ne imkânımız varsa seferber edelim. Ümmetin birlik ve dirliği için Rabbimiz’e cân u gönülden ilticâ edelim…
Unutmayalım ki üstümüzdeki semâ, Allah’sızlara ıztırap ve felâketler döken eski semâdır. Üzerimizdeki Güneş; Firavun, Hâman ve Nemrud gibi nice zâlimlerin köşk ve saraylarını aydınlatan, sonra da harâbeleri üzerine haşmetle doğan aynı Güneş’tir.
Nasıl ki çocuk katili Firavun ve Nemrud helâk olduysa, şimdi de sıra, bebek katili zâlim siyonistlerdedir. İnşâallah bugünkü zâlimler de aynı hüsrâna dûçâr olur, mazlum müslümanlar tez zamanda felâh bulurlar.]
Cenâb-ı Hak, rahmet ve mağfiret iklimi olan şu mübârek günler hürmetine ümmetin mazlumlarına, bilhassa Gazzeli kardeşlerimize imdâd eylesin. Hata, kusur ve günahlarımızı lûtf u keremiyle af ve mağfiret buyursun. Ramazân-ı Şerîfʼi, rızâ-yı ilâhîsine kavuşmamıza vesîle kılsın.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Beyhakî, Şuab, VII, 364/10595; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 102. 2) Bkz. Prof. Dr. Selahattin Yıldırım, Hayat-Ölüm ve Hüsn-i Hâtime, sf. 57, Ravza Yay. İstanbul 2022. 3) Bkz. Prof. Dr. Selahattin Yıldırım, a.g.e, sf. 55-56. 4) Bkz. el-Aʻrâf, 179; el-Furkân, 44. 5) Âhir: Sonra. 6) Hümâm: Akıllı kimseler. 7) Ger: Eğer, şayet. 8) Karîn: Yakın, nâil olan. 9) Hemîn: Bu, bundan ibaret, her zaman. 10) Tesbîh, “sübhânallâh”; tekbîr, “Allâhu ekber”; tehlîl de “lâ ilâhe illâllah” diyerek Allâh’ı zikretmektir. 11) Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 15.
YORUMLAR