Aziz Mahmud Hüdâyî (r.a) - 33

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Seni aldar bu dehr-i dûn,

Nef‘ eylemez mâl ü benûn,

Nefs elinde olma zebûn,

Vâsıl olmağa sa‘y eyle…

(Âhiret karşısında) son derece değersiz olan bu fânî dünya, ebedî hayatta fayda vermeyecek olan mal ve evlâtlar peşinde koşturarak seni aldatır. Nefsine karşı âcizlik gösterme de, Hakk’a vâsıl olmaya gayret et!..”

[Cenâb-ı Hak, biz kullarına âhirette neyin fayda verip vermeyeceğini açıkça beyan buyuruyor:

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ . اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍ

O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)

Dolayısıyla dünya hayatında en mühim vazifemiz; Cenâb-ı Hakkʼın huzûruna takdim edilebilecek sâfiyette bir gönül kıvamı elde etmektir.

Bağdatlı Rûhî’nin dediği gibi:

Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler,

Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler…

Ey tüccar, dünya metâının fayda vermediği kıyâmet gününde, zannetme ki senden altın ve gümüş isterler. Senden yalnızca kalb-i selîm isterler…”

İşte bütün mesele; ilâhî azaptan kurtuluş fidyesi ve ebedî saâdet sermayesi olan bu selîm kalbi, yani temiz ve berrak gönlü elde etmek ve onu son nefese kadar muhafaza edebilmektir.

Fakat bazı gâfillerin yaptığı gibi, dînin emir ve nehiylerine riâyet etmeyip “benim kalbim temiz” demekle de iş bitmez. Zira insan, kendi kendine kalbinin temiz olduğu hükmünü veremez. Bilâkis insan, ekseriyetle kendisi hakkında sübjektif, yani tarafgir davranır. Bu sebeple hiçbir hâkim, kendi dâvâsına bakamaz; onu başka bir hâkimin muhâkeme etmesi gerekir.

Dolayısıyla dînin îcaplarını yerine getirmeyen birinin; “Benim kalbim temiz.” diyerek kendinden menkul bir fazîlet iddiâsında bulunması, ancak kendini kandırması demektir. Nitekim âyet-i kerîmede;

...Kendinizi temize çıkarmayın! Çünkü O (Allah) kimin takvâlı olduğunu en iyi bilendir.” (en-Necm, 32) buyrulmaktadır.

Yani kulu kurtaracak olan; kendini kuru lâflarla aklamaya çalışması değil, Allah indinde temiz sayılanlardan olabilmek için samimiyetle gayret etmesidir. Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede soruyor:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îman ettik.» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?! (el-Ankebût, 2)

Dolayısıyla takvâ hassâsiyeti içinde kulluk vazifelerine riâyet etmek, her müʼmin için elzemdir.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), en temiz kalpli insan olduğu hâlde; ibadette, muâmelâtta, ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemlerinden biri olan helâl ve harama riâyet” hususunda, ümmetine en büyük örnek teşkil etmiştir.

Şunu da düşünmeliyiz ki; canıyla, malıyla, evlâdıyla Hakkʼa yakınlık imtihanlarından geçerek “Halîlullah”, yani “Allâhʼın Dostu” sıfatıyla taltif edilmiş olan Hazret-i İbrahim u dahî:

وَلَا تُخْزِن۪ي يَوْمَ يُبْعَثُونَ

(Yâ Rabbi! Kulların) diriltilecekleri gün, beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuştur.

Yine âyet-i kerîmede:

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allahʼtan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) buyrulmaktadır.

Demek ki, kulun ilmi, irfânı ve mânevî mertebesi yükseldikçe, onun kalbindeki haşyetullâh duygusu da ziyadeleşir. Dolayısıyla, Allâhʼın emirlerine, nehiylerine, helâl-haram hudutlarına riâyeti de o nisbette artar. Selîm kalplerin en büyük alâmeti, işte bu takvâ hassâsiyetidir.

Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

Kul bir günah işlerse, kalbinde siyah bir leke oluşur. Eğer samimî bir tevbe ederse, o siyah leke kaybolur; aksi hâlde oraya iyice yerleşir. Sonra bir başka günah işleyince, yine bir başka leke belirir, sonunda kalp kapkara bir hâle gelir.” (Tirmizî, Tefsîr, 83)

Yani günahlar, haramlar, kerahatler, ibadetlerdeki fireler, kulluktan verilen tâvizler, hep kalbin sâfiyetini bozan siyah noktalardır. Kalbi bu mânevî lekelerden arındırarak ona “selîm” vasfını kazandırmanın en tesirli yolu, samimî gözyaşlarıyla yapılan tevbe ve istiğfarlardır. Fakat Hazret-i Ömer (r.a)’ın buyurduğu gibi;

nah işlemekten vazgeçmek, tevbe ile uğraşmaktan daha kolaydır.”

Yahya bin Muâz (r.a)’in şu îkâzı da çok mânidardır:

“Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder de, Cehennem korkusuyla günahlardan perhiz etmez.”1

Dolayısıyla kalbin sâfiyetini muhafaza etmek için, takvâ zırhına bürünerek günahlardan titizlikle sakınmak, en doğru yoldur.

Hazret-i Ömer (r.a), bir gün Übey bin Kâ‘b (r.a)’a “takvâ”nın ne olduğunu sorar. Übey (r.a) da ona:

“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” der.

Hazret-i Ömer:

“–Evet yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:

“–Peki ne yaptın?” diye sorar. Hazret-i Ömer (r.a):

“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir.

Bunun üzerine Übey bin Kâ‘b (r.a):

“–İşte takvâ budur.” der.2

Yani Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna selîm bir kalple, müsterih bir vicdanla, korku ve hüzünden âzâd olmuş bir hâlde çıkabilmek için;

‒Bu dünyada günah ve haram dikenlerine takılmaktan kendimizi titizlikle korumalı,

‒Gönül tahtımızı, Rabbimiz’in râzı olacağı şekilde tertemiz tutmalı,

‒Beşeriyet îcâbı kendimizi koruyamadığımız hatâ ve kusurlarımız sebebiyle, hâlisâne tevbe ve istiğfarda bulunmalı,

‒En mühimi de kul haklarının vebâlinden kurtulmak için bir an evvel helâlleşmeli,

‒Bildiğimiz ve farkında olduğumuz günahlarımız kadar, bilmediğimiz ve farkında olmadığımız günahlarımız da bulunabileceği için, yine tevbe ve istiğfâra devam etmeliyiz.

Ebuʼl-Hasan Harakānî Hazretleriʼnin şu nasihatini, hayat düstûru edinmeliyiz:

Allah (c.c) sizi tertemiz hâlde dünyaya gönderdi; siz de O’nun huzûruna kirli olarak gitmeyiniz!”3

Velhâsıl Cenâb-ı Hak; kullarını, ebedî saâdet ve selâmet yurdu olan Cennet’e dâvet ediyor. Cennet ise, bir letâfet diyârıdır. Oraya ancak, kesâfetten arınmış, yani günah kirlerinden temizlenerek latîf hâle gelmiş olanlar kabûl edilirler.

Bunun için mü’min, maddî ve mânevî bakımdan tertemiz bir hayat yaşamaya gayret edecek ki Cennet’e lâyık hâle gelebilsin…]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Gel berû ey derde dermân isteyen,

Câna bakmaz vasl-ı cânân isteyen…

Mülk-i bâkî isteyen kor fâniyi,

Küllüğe bakmaz gülistân isteyen…

[Dünya bir damla, âhiret ise sonsuz bir deryadır. Deryayı isteyen, damlaya takılıp kalmaz. Ebedî saâdeti arzulayan, fânî sefâlet çarşılarında oyalanmaz. Ukbâyı isteyen, dünyanın câzibelerine gönlünü kaptırmaz. Yani müʼmin;

‒Fânî istikbal kaygılarıyla ebedî istikbâlini tehlikeye atmayacak.

‒Dünyevî tahsil uğruna uhrevî tahsilden, kendini ve evlâtlarını mahrum etmeyecek.

‒Fânî kazançları elde etmek için, ebedî hayatını riske atmayacak.

‒Dünyanın, âhireti kazanmak için kurulmuş bir pazar yeri hükmünde olduğunu hatırından çıkarmayacak.

Nitekim Hazret-i Ebû Bekir (r.a) buyuruyor:

Dünya mü’minlerin pazarı, gece ve gündüz sermâyeleri, sâlih ameller ticaret malları, Cennet kazançları, Cehennem de zararlarıdır.”

İşte Hak dostu ârif kullar, bu pazar yerinde, Cenâb-ı Hakkʼın kendilerine lûtfettiği canlarını, mallarını ve bütün imkânlarını yine en cömert alıcı olan Allâhʼa takdîm ederek, en kârlı kazanca nâil olan bahtiyar kullardır.

Cenâb-ı Hak bu dünya pazarının en kârlı alışverişini, âyet-i kerîmelerde şöyle haber veriyor:

“Şüphesiz Allâh’ın Kitabʼını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden, gizlice ve açıktan Allah yolunda harcayanlar, aslâ zarar etmeyecek bir ticaret umabilirler.” (Fâtır, 29)

Ey îman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?

Allâhʼa ve Rasûlʼüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan Cennetlere, Adn Cennetleriʼndeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.

Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allahʼtan yardım ve yakın bir fetih. Müʼminleri (bunlarla)jdele. (es-Saff, 10-13)

Dolayısıyla müʼmin, dünya hayatını dâimâ âhiret endişesi içinde yaşayacak… Esas hayatın âhiret olduğu şuuruyla, dünyevî kazançlara da kayıplara da haddinden fazla ne sevinecek ne de üzülecek.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, Hendek Harbiʼnde olduğu gibi, sabırların zorlandığı zamanlarda:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

Allâhʼım! Esas hayat âhiret hayatıdır.”4 buyurarak, müstesnâ bir sabır, tahammül, metânet ve mukâvemet sergiliyordu. Buna mukâbil Mekke Fethiʼnde olduğu gibi, zafer ve ferahlık zamanlarında da aynı şekilde:

Allâhʼım! Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyuruyordu ki; gönüller dünyaya meyletmesin, gaflet ve rehâvete dûçâr olmasın, gurur, kibir ve enâniyete kapılmasın.

Demek ki mü’min, dâimâ âhiret odaklı bir dünya hayatı yaşayacak. Bollukta şımarmayacak, darlıkta bunalmayacak. “Beyneʼl-havfi ve’r-recâ”, yani Allâhʼın gazabına dûçâr olma korkusu ve ilâhî rahmete nâil olma ümidi arasında, gönül dengesini muhafaza edecek…]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Aldı bizi hemm-i dünyâ,

Unutuldu dâr-ı ukbâ,

Ger kerem etmezse Mevlâ,

Nic’olur bizim hâlimiz?..

Dünyanın telâş ve kaygıları gönüllerimizi o kadar meşgul etti ki ebediyet yurdu olan âhiret unutuldu. Şâyet Allah Teâlâ lûtf u keremiyle muâmele etmezse, bizim hâlimiz nice olur?!.”

[Dünyaya düşkünlükten, âhireti unutma gafletinden kurtulamazsak, dünyevî ve uhrevî dertlerimizden de kurtulamayız. Zira meşhur bir sözde de ifade edildiği gibi; Bütün derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!”

Fânî ömrünü sırf dünyevî menfaatler peşinde tüketen gâfiller hakkında Cenâb-ı Hak; «عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ» “Çalışmış, fakat boşuna yorulmuşlardır.” (el-Ğâşiye, 3) buyurmaktadır.

Yine Yüce Rabbimiz, esas hayat olan âhireti unutarak dünyanın gelgeç seraplarına gönlümüzü kaptırmayalım diye, biz kullarını defalarca îkaz ediyor. Âyet-i kerîmelerde buyuruyor:

(Dünyalık olarak) size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allâh’ın katındaki ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?!” (el-Kasas, 60)

Kim âhiret kazancını isterse onun kazancını artırırız. Kim dünya kazancını isterse ona da onu veririz, fakat âhiretten bir nasîbi olmaz!” (eş-Şûrâ, 20)

Fakat siz (ey insanlar!) Âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu hâlde, dünya hayatını tercih ediyorsunuz!” (el-Aʻlâ, 16-17)

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyor:

Kimin endişesi âhiret olursa, Allah, zenginliği onun kalbine koyar, işlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünya ona boyun eğerek gelir. Her kimin endişesi de dünya olursa, Allah fakirliği onun gözü önüne koyar, kendisini derbeder eder ve dünyadan da kendisine ancak takdir edildiği kadar gelir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)

...Allâh’a yemin ederim ki sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin de önünüze serilip onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Buhârî, Rikāk, 7)

Demek ki dünyaya gönül kaptırarak onu âhirete tercih etme gafleti, ferdî ve içtimâî pek çok sıkıntının da kaynağıdır. Nitekim günümüzde dünyevîleşme salgını, maalesef İslâm âlemini de istilâ etti. Nasıl ki Uhudʼda ganimet uğruna Okçular Tepesiʼnin terk edilmesi, büyük bir hezimeti beraberinde getirdiyse, dünyevî kaygılarla ümmetin darmadağın olup güç ve heybetini yitirmesi de bugün birçok felâkete dâvetiye çıkarıyor.

Allâhʼın emrettiği İslâm kardeşliğinin unutulması, birlik-beraberlik şuurunun kaybedilmesi, -dün Bosnaʼda ve Myanmarʼda olduğu gibi, bugün de Doğu Türkistanʼda ve bilhassa Filistin’de- zayıf ve korumasız müslümanları, felâketlere açık hâle getiriyor.

Uhrevî kaygıların yerini dünyevî kaygıların doldurması, din kardeşliğinin yerini menfaat dostluklarının alması, müslümanların Allah indinde de insanlık nezdinde de îtibârını düşürüyor. Bunu fırsat bilen İslâm düşmanları da içlerindeki kin ve nefreti kusmaktan çekinmiyor, dünyanın gözleri önünde pervâsızca katliam yapıyorlar.

Bu acı manzaralar, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin şu îkazını hatıra getiriyor:

Efendimiz (s.a.v) bir defasında:

“‒Size saldırmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya üşüşen yiyiciler gibi birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.” buyurmuştu.

Orada bulunanlardan biri:

“–O gün sayıca az olacağımız için mi bu durum başımıza gelecek yâ Rasûlâllah!?” diye sordu.

Efendimiz (s.a.v):

“–Hayır, bilâkis o gün siz çok olacaksınız. Lâkin sizler, bir selin getirip yığdığı çer-çöp misâli, hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumuna düşeceksiniz. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalbinize zaafı atacak!” buyurdu.

“–Zaaf da nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorulunca:

“–Dünya sevgisi ve ölüm korkusudur!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5/4297)

İşte Gazzeʼde İslâm âleminin ibretlik karnesi ortada… İslâm kardeşliğini ihmâlin uhrevî mesʼûliyetini unutmak ve dünyevî menfaatleri ümmetin maslahatından önde tutmak, birçok felâkete sebebiyet veriyor.

İslâm âleminin göz bebeği Kudüs, müslümanların ilk kıblesi ve Mîrâcʼın kutlu eşiği Mescid-i Aksâ, bugün maalesef zâlim siyonistlerin işgâli altında. Nasıl ki İslâm âleminin huzura kavuşması, bu işgâlin son bulmasına bağlıysa; Mîrâcʼın en mukaddes hediyesi olan namazı mîrâc ufkunda kılabilmemiz de, gönüllerimizin dünya işgâlinden kurtulmasına bağlı.

Bugün maalesef kalpler ekseriyetle dünyevî meşgalelerin esâreti altında. Bu sebeple namazlar huşûdan uzak, secdeler Hakkʼa yakınlık ikliminin feyz ve rûhâniyetinden mahrum. Hâlbuki Peygamber Efendimiz (s.a.v), namazı dünyaya vedâ eden kimsenin kıldığı gibi, âdeta “son namaz” şuuruyla kılmamızı emrediyor.

Hazret-i Osman (r.a);

Dünya düşüncesi kalpte karanlıktır, âhiret düşüncesi ise kalpte nurdur.” buyuruyor. Dolayısıyla bizler de;

‒Kalplerimizi uhrevî heyecanlarla aydınlatıp tefekkür-i mevt ile ihyâ edelim ki, ibadetlerimiz makbul bir kıvam kazansın.

‒Dünya nîmetlerini, Rabbi-miz’in râzı olduğu şekilde kazanıp sarf edelim ki, onlar bizim için kıymetli bir âhiret azığı olsun.

‒Maîşetimizi temin ettiğimiz işimizi/mesleğimizi îfâ ederken; “el kârda, gönül Yârʼda” şuuruyla çalışıp kazanalım ki, vâsıta hükmünde kalması gereken mal-mülk ve servet, gâye hâline gelmesin. Para-pul, makam-mevkî kalbimizde putlaşmasın. Gönüllerimiz, dünyevî câzibelerin ve süflî arzuların etrafında tavâf etmesin.

‒Bilhassa evlâtlarımızı, ebedî istikbal ve esas hayat olan âhiret şuuruyla Allah yolunda yetiştirelim ki; onlar bizlere hayruʼl-halef, sadaka-i câriye ve ebedî saâdet vesîlesi olsunlar…]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Hüdâyî, sûretâ bir kabza hâkem,

Lîk mânâ yüzünde dürr-i pâkem,

Soyundum mâsivâdan sîne-çâkem,

Hak’tan geldim yine Hakkʼa giderim…

Ey Hüdâyî! Görünüşte bir avuç topraktan ibâretim. Lâkin mânâ âleminde pâk bir inci tanesiyim. Sînemi yarıp içinden mâsivâyı, yani kulu Rabbinden gâfil bırakan her şeyi bir gömlek gibi çıkarıp attım. Zira Hakʼtan geldim, yine Hakkʼa giderim...”

[İnsan, bedenî yapısı itibârıyla bir avuç topraktır ve yine bir gün toprağa dönecektir. Fakat onun Hakʼtan gelen ve Hakkʼa dönecek olan rûhî ve ulvî ciheti, dünyevî kıymetlerle paha biçilemeyecek kadar değerli bir hazinedir. Yine insan -meşhur tâbiriyle- “zübde-i âlem”dir, “kâinâtın göz bebeği”dir.

Bu kıymetli varlığın, en yüce gâyeler peşinde koşması gerekirken, tutup da kendini süflî arzular peşinde ziyan etmesi, ne büyük bir gaflettir.

Mevlânâ Hazretleri, Allâhʼı ve âhireti unutarak dünyanın gelgeç sevdâları peşinde kendine yazık edenler için şu teşbihte bulunuyor:

(Gâfil) insan, kendisini ucuza sattı. O, çok kıymetli atlas bir kumaş gibiydi; tuttu, kendini (âdî) bir hırkaya yamadı!..

Hakîkaten insan, Cennet ve Cemâlullâhʼa nâil olabilecek kadar yüksek bir istîdatla yaratılmıştır. Dolayısıyla onun, fânî varlıklar ve süflî câzibeler peşinde ömrünü ziyan etmesi, büyük bir hamâkattir.

Hazret-i Ali (r.a) da bu hususta gafletten sakınmamız için şu tembihte bulunuyor:

Canlarınız için Cennetʼten başka bir karşılık ve değer yoktur. Öyleyse canlarınızı ancak Cennet karşılığında satın!..]

Cenâb-ı Hak, dünyaya aldanarak kendini bir damla suda helâk etme gafletinden cümlemizi muhafaza buyursun. Damlayı vererek deryayı, fânîyi verip bâkîyi kazanan ârif kullarından olabilmeyi, hepimize lûtf u keremiyle ihsan ve ikram eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 125, Erkam Yayınları. 2) İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1988, I, 42. 3) Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 258. 4) Buhârî, Rikāk, 1.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle