“Allâh Teâlâ’yı, sizi nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin. Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin. Ehl-i Beyt’imi de beni sevdiğiniz için sevin!” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)
MUHABBET ve DOSTLUK
Muhabbet ve dostluk, hislerdeki ve hâllerdeki müştereklikten kaynaklanır. Müştereklik ne kadar çoksa, muhabbet de o nisbette artar.
Cenâb-ı Hak, cemâlî sıfatlarını kendilerinde müşâhede ettiği kullarını daha çok sever ve onları, husûsî yakınlık ve dostluğuna mazhar kılar.
Yâkub -aleyhisselâm-’ın on iki evlâdı içinde Hazret-i Yûsuf’a gönlünün daha çok meyletmesi, onda kendi duygu, düşünce, istîdat ve husûsiyetlerini daha fazla görmüş olmasındandı. Yâni dostluk, sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır.
Tıpkı bunun gibi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâl ve vasıflarının en üst seviyede müşâhede edildiği mübârek zevât da, O’nun en yakınları olan muhterem âilesi, yâni “Ehl-i Beyt”idir.
Zîrâ Ehl-i Beyt, nebevî güzellikleri, yâni Hazret-i Peygamber’in yüzündeki nûr-i melâhati, sözlerindeki fesâhati, hareketlerindeki letâfeti, beyânındaki fevkalâde belâğati müstesnâ bir yakınlık mazhariyetiyle müşâhede eden güzîde şahsiyetlerdir. Onlar, hâliyle hâllendikleri, ahlâkıyla ahlâklandıkları, terbiyesi altında yetiştikleri Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en sevdikleri idi.
Bu yüzden o azîz şahsiyetler, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sevgisine lâyık olabilmek, O’nun muhabbetinden hiçbir zaman mahrum kalmamak uğruna, ömürleri boyunca nice ağır bedelleri seve seve ödediler. O’nun geçtiği çile ve ıztırap çemberinin bir benzerinden onlar da geçtiler.
Zîrâ insan en büyük bedeli, muhabbet duyduğu şeyler uğruna öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel de, ilâhî muhabbetin bedelidir.
İşte ilâhî muhabbetinin bedelini, büyük bir îman vecdiyle ve zevkle ödeyebilen İslâm kahramanları içinde Ehl-i Beyt, müstesnâ bir zirve teşkil eder.
EHL-İ BEYT
Varlık Nûru Hazret-i Peygamber’in mübârek ev halkı… Nebevî ahlâk, ilim, irfan ve fazîletlerle yoğrularak şahsiyet kazanmış şerefli neseb… Hazret-i Peygamber’e muhabbet ve bağlılıkta ihlâs ve takvâ âbidesi olan ümmetin efendileri, “Âl-i Muhammed” -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…
Ehl-i Beyt, evveliyetle, Peygamber Efendimiz’in âile fertlerini ifâde etmektedir. Bu mânâda Ehl-i Beyt; Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve âilesi, Hazret-i Ali, Câfer, Akîl, Abbâs ve âileleridir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e salât ü selâm getirmek, nasıl bütün mü’minler üzerine bir vecîbe ise, Ehl-i Beyt’e hürmet ve muhabbetle bağlı bulunmak da bütün mü’minlerin vazîfesidir.
Çünkü insanoğlunun bir kimseye duyduğu muhabbetin en tabiî neticesi, sevdiğiyle alâkalı olan herkes ve her şeyin bu muhabbete dâhil olmasıdır. Bunlar, şahıslar da olabilir, eşya da olabilir, davranışlar da olabilir, coğrafya da olabilir. Meselâ bir kimseyi çok seviyorsanız, o kimseye mahsus hâl ve hareketleri kimde görseniz, sevdiğiniz kişiyi hatırlarsınız. O hâl ve hareketlerin sahiplerini de, sırf sevdiğinizi hatırlattığı için muhabbet dâireniz içine alırsınız. Bu netice, muhabbetin derecesine göre tecellî eder. Yüksek bir muhabbette sevilenin; oturması, kalkması, hatta giyim-kuşamına âit husûsiyetler bile gönülde tesir oluşturur. Nitekim Peygamber Efendimiz’in mübârek sakal-ı şeriflerine ve hırkalarına tâzim ve muhabbet de bu hâlet-i rûhiyenin eseridir.
Bu sebepledir ki Allâh’a muhabbet, sevme fiilinde nihâî bir zirvedir. Bir sonraki zirve ise, yaratılışımıza vesile olması sebebiyle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbettir. Muhabbet-i Rasûlullâh ile yoğrulanlar, yukarıda ifade ettiğimiz gerçekler etrafında Ehl-i Beyt’i de sevmenin neşesi içinde, onların güzel hâllerine râm olurlar.
Zeyd bin Erkam -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke ile Medîne arasındaki Hum suyu başında ayağa kalkarak bize bir konuşma yaptı. Allâh’a hamd ü senâdan sonra bize nasîhatte bulundu. Sonra da şöyle buyurdu:
«–Ey insanlar! Ben de bir insanım. Yakında Rabbimin elçisi bana da gelecek ve ben O‘nun dâvetine icâbet edip gideceğim. Size iki mühim şey bırakıyorum. Biri, insanı doğruya götüren bir rehber ve nûr olan Allâh’ın Kitâbı Kur’ân’dır. Ona yapışın ve sımsıkı sarılın!..»
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Kur’ân-ı Kerîm’e bağlılık husûsunda bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra sözlerine şöyle devâm etti:
«–Size bir de Ehl-i Beyt’imi bırakıyorum. Allâh’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin! Allâh’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin!»”
Yanındakiler Zeyd -radıyallâhu anh-’a:
“–Hazret-i Peygamber’in Ehl-i Beyt’i kimlerdir yâ Zeyd? Hanımları da Ehl-i Beyt’inden değil midir?” diye sorunca o:
“–Hanımları da Ehl-i Beyt’indendir. Fakat O’nun asıl Ehl-i Beyt’i, kendisinden sonra da sadaka almaları harâm olan Ali, Akîl, Câfer ve Abbâs’ın âileleridir.” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36)
SELMAN BİZDENDİR
Bir de mânen Ehl-i Beyt’ten olma durumu mevzubahistir. Nitekim Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, her hâli ile o kadar güzel bir İslâm şahsiyeti sergiliyordu ki, Ensâr da Muhâcirler de:
“–Selman bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz olmuşlardı. Peygamber Efendimiz:
“–Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir!” buyurarak onu taltif etti. (İbn-i Hişâm, III, 241; Vâkıdî, II, 446-447; İbn-i Sa’d, IV, 83; Ahmed, II, 446-447; Heysemî, VI, 130)
Demek ki Ehl-i Beyt’ten olmanın en mühim şartı “takvâ”dır. Yâni zâhirî mânâda Ehl-i Beyt’e mensûb olmanın yanında bir de mânen ve rûhen Ehl-i Beyt’ten olmak vardır. Bu ise mü’min gönüller için mertebelerin en şereflisidir.
Bu meyanda ashâb içinde yüksek fazîlet ve takvâsıyla mâruf olan Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ın hâli de güzel bir misaldir:
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vâli olarak gönderirken, onu uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar berâberinde gitmişti. Hazret-i Muâz binek üzerindeydi, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise yürüyordu. Ona bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra:
“–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu.
Bu sözleri duyan Muâz -radıyallâhu anh- ağlamaya başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ağlama ey Muâz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medîne’ye çevirerek:
“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.” buyurdu.1
Bu hususta diğer bir misâl de Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anh-’tır. Nitekim birgün Ali ve Abbâs
-radıyallâhu anhümâ-, Allâh Rasûlü’ne gelerek, ehlinden en çok kimi sevdiğini sordular. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kızım Fâtıma’yı.” buyurunca bu defa:
“–Ama biz kadınların en sevgili olanını sormuyoruz yâ Rasûlallâh!” dediler. Bunun üzerine de Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şu karşılığı verdi:
“–Ehlimin bana en sevgilisi, Allâh’ın ve benim nîmetime mazhar olan Üsâme bin Zeyd’dir…” (Tirmizî, Menâkıb, 40/3819)
İşte böylece; “Şüphesiz benim dostlarım müttakîlerdir.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242) buyuran Fahr-i Kâinât Efendimiz, kendisine yakınlığın en mühim şartının, Allâh katında da yegâne üstünlük sebebi olan “takvâ” olduğunu beyân etmiştir.
Hakîm et-Tirmizî, Allâh dostlarının da dâimâ zikr-i ilâhî üzere bulundukları için mânen Ehl-i Beyt’ten sayıldıklarını, lâkin bunun sulbî bir yakınlık olmayıp, kalbî ve mânevî bir yakınlığı ifâde ettiğini bildirir. “Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâh’ın zikrini îkâme edip insanların kalbine yerleştirmek için gönderilmiştir.” der. (Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s. 345-346)
O hâlde; “Kişi sevdiğiyle berâberdir.” hadîs-i şerîfi muktezâsınca Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a yakın olmak, O’nun dostluk halkasına ve Ehl-i Beyt’ine dâhil olmak için, en başta gönlümüzün Allâh korkusu ve muhabbetiyle dolu olması, yâni kalbimizin Allâh ve Rasûlü’yle berâber olması îcâb etmektedir. Bu hâlin en net alâmeti de, ibâdet ve davranışlarımızda kendini gösterir.
EHL-İ BEYT TERBİYESİ
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şefkatle üzerlerine titrediği âile efrâdının, insanlığa numûne olacak seviyede bir takvâ hayâtı yaşamalarını arzu ediyordu. Son derece aziz tuttuğu Ehl-i Beyt’ini, dünyada da âhirette de bu izzet içinde yaşatacak bir tevâzû, sadelik ve letâfet ile dâimâ ihlâs ve derin bir takvâya sevk ediyordu. “Asıl hayat, âhiret hayatıdır.” buyurarak, bazen mübah olan hususlarda bile, dünya meyli başlar endişesiyle onları başkalarından daha fazla zühd, riyâzat ve takvâya yönlendiriyordu.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, kızı Fâtıma vâlidemize apayrı bir muhabbeti vardı. Hiçbir kız, babasını Fâtıma vâlidemizin Peygamber Efendimiz’i sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da kızını, Peygamber Efendimiz’in, kızı Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez. Bu sebeple her âilede bir Fâtıma isminin bulunmasının, Efendimiz’e yakınlık bakımından bir bereket ve rahmet olacağı kanaatindeyiz.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“Fâtıma benden bir parçadır. Onu üzen beni üzmüş, onu sevindiren beni sevindirmiş olur.”2 buyurup onun cennet hanımlarının en fazîletlilerinden olduğunu müjdelerken,3 diğer taraftan da Hazret-i Fâtıma’ya Peygamber kızı olmasına güvenerek âhiret kurtuluşu husûsunda gaflet göstermemesi gerektiğini de her fırsatta tenbih ediyordu:
“Ey Fâtıma! Kendini cehennemden kurtarmaya bak! Çünkü sizi Allâh’ın azâbından kurtarmaya benim gücüm yetmez. Ama aramızdaki akrabalık bağı sebebiyle (kıyamette de) sizinle alâkamı kesmeyeceğim.” (Müslim, Îmân, 348, 351)4
Âile efrâdı içinde en çok Hazret-i Fâtıma’yı sevmesine rağmen, onun dünya nimetlerini asgarî seviyede ve bir riyâzat hâli içinde kullanmasını isteyen Peygamber Efendimiz, fazla imkânların infak edilmesini arzu ediyordu. Gönüllerinde dünyâya karşı en ufak bir meyil doğmasına dahî mahal vermiyordu. Böylece sevgili kerîmesini dâimâ Allâh’a ve âhirete yönlendiriyordu.
Birgün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Fâtıma’da bir gerdanlık gördü. O ince ve zarif hanım, babasının memnûniyetsizliğini kavramakta gecikmedi. Derhal gidip o gerdanlığı sattı ve kendisi de muhtaç olduğu hâlde müstağnî davranarak parasıyla bir köle alıp âzâd etti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- kızının bu şefkat ve merhametinden son derece memnun oldu. (Nesâî, Zînet, 39)
Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, zayıf ve nahif bir hanımdı. Ev işleri ise hayli yorucuydu. Hazret-i Fâtıma, ocağı yakar, yemek pişirmeye çalışırdı. Bâzen ateşi üflerken çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Evi süpürmekten üstü-başı toz-toprak içinde kalırdı. Un öğütmek için değirmen taşını çevirmekten ellerinin, su taşımaktan da sırtının yara içinde kaldığı zamanlar olurdu.
Bir ara Allâh Rasûlü’ne savaş esirleri getirilmişti. Hazret-i Fâtıma, onlar içinden kendisine bir yardımcı vermesini babasından taleb etti. Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyâdaki en sevgili varlığı olan kızı Fâtıma’yı yine ebedî saâdete yönlendirerek:
“–Ey Fâtıma! Allâh’tan ittikâ et! Allâh’ın farzlarını (huşû ile) edâ et! Âilenin işlerini yap! Yatağına girince otuz üç kere sübhânallâh, otuz üç kere el-hamdü lillâh, otuz dört kere Allâhu ekber, de! Böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetkârdan daha hayırlıdır.” buyurdu.
Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- büyük bir teslîmiyet ve rızâ hâli içinde:
“–Allâh’tan ve Rasûlü’nden râzıyım!” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu kadar aziz tuttuğu kızına bir hizmetkâr vermekten müstağnî kaldı. (Ebû Dâvûd, Harac, 19-20/2988)
Diğer bir rivâyette Efendimiz’in şunları da söylediği nakledilmektedir:
“Vallâhi Ehl-i Suffe açlıktan mîdelerine taş bağlar ve ben de onlar için harcayacak bir şey bulamazken, size hizmetkâr veremem. Esirlerin karşılığında alacağım fidyeleri Ashâb-ı Suffe için harcayacağım.” (Ahmed, I, 106)
İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, evlâdını böylesine mütevâzı bir yaşantı içinde yetiştirmişti. Zîrâ o Fâtıma vâlidemiz ki, Ehl-i Beyt’e, altın silsilelere, yâni Şâh Geylânîlere, Bahâeddîn Nakşibendîlere, Ahmed er-Rufâîlere ve daha nice evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne “ana” olacak ve ümmetin hanımlarına da nezih hayatıyla örnek teşkil edecekti.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, âile efrâdına mânevî terbiye vermesi ve onları ebedî hayâta hazırlaması husûsundaki diğer bir misal de şöyledir:
Ahzâb Sûresi’nden:
“Ey Peygamber’in hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allâh’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümîde kapılır. Güzel söz söyleyin! Hem vakarınızla evlerinizde durun da evvelki câhiliyet çıkışı gibi süslenip çıkmayın! Namaz kılın, zekât verin, Allâh ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allâh sizden, sâdece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” (el-Ahzâb, 32-33) âyetleri nâzil olduğunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, altı ay boyunca sabah namazına giderken tedbir mâhiyetinde Hazret-i Fâtıma’nın kapısına uğramış ve:
“–Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt! «Allâh sizden, sâdece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.»” buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsîr, 33/3206)
Yine ebedî hayâtın en mühim sermâyelerinden biri olan teheccüd namazı için, yorgunluk sebebiyle kalkamamaları ihtimâline binâen, Peygamber Efendimiz bâzı geceler Hazret-i Ali ile Fâtıma’nın kapısını çalar, teheccüd vaktinin geldiğini hatırlatırdı.
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- der ki:
“Âile fertlerine karşı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den daha şefkatli kimse görmedim.”
Bu ifade aynı zamanda, âile halkını Peygamber Efendimiz’den daha güzel yetiştiren kimse yoktur, demektir. İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Ehl-i Beyt’ine, peygamber âilesi olmaları sebebiyle takvâ hayâtını en titiz ve mükemmel ölçüler dâhilinde yaşatarak etraflarına da örnek olmalarını telkin ediyordu.
Bu sâyededir ki, Allâh’ın bizzat terbiye ettiği Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nasıl bütün peygamberlerin efendisi oldu ise, Rasûlullâh’ın özel terbiyesine mazhar olan Ehl-i Beyt de diğer insanların seyyid ve seyyideleri olmuştur.
Allâh Rasûlü’nün mânevî terbiyesi altında yetişerek O’nun rûhânî hayatının tercümânı olan Ehl-i Beyt imâmı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın, nebevî ahlâkı aksettiren sayısız fazîletlerinden biri şöyledir:
Bir gazâda Hazret-i Ali, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi. Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde iğrenç bir davranışa meylederek Hazret-i Ali’nin nûrlu ve mübârek yüzüne tükürdü.
Ehl-i Beyt bahâdırı olan Allâh’ın arslanı Hazret-i Ali, o an nefsinin galebesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki kılıcı yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti.
Bu hâle kâfir pek şaşırdı. Hayret ve merakla sordu:
“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Niçin öldürmekten vazgeçtin? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûna geçtin!.. Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda fırtınasız, sâkin bir hava gibi duruluverdin...”
Hazret-i Ali şöyle dedi:
“–Ben cihâdımı yalnız Allâh rızâsı için yaparım. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam. Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakâret etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni nefsime tâbî olmak gibi, bir mü’mine aslâ yakışmayan âdî bir sebeple öldürecektim. Halbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allâh için gazâ etmekteyim.”
Neticede bu ulvî ahlâk karşısında o düşmanın gönlü dirildi. Hazret-i Ali’nin bu fazîlet dolu hâlinden hisse alarak îmâna geldi.
İşte Ehl-i Beyt terbiyesinin sayısız bereketlerinden biri… Zîrâ onlar, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allâh Rasûlü’nün etrâfında muhabbetle kenetlenmiş ve O’nun hâliyle hâllenmiş gönül insanlarıydılar.
Tıpkı gül, karanfil ve nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen sabah melteminin, gittiği yerlere o bahçenin ferahlığını yansıtan latîf râyihalar götürmesi gibi, Allâh Rasûlü’nün mânevî terbiyesi altında kemâle eren Ehl-i Beyt de O’nun rûhâniyetini kendisinden sonraki nesillere büyük bir ihlâs ve sadâkatle tevzî etmişlerdir. Bir mumla, sayısız mumların yakılması misâli, Allâh Rasûlü’nün nûrunu asırlar ve nesiller boyunca devâm ettiren feyz ve ruhâniyet kandilleri olmuşlardır. Öyle ki, o kandillerden biriyle aydınlanma bahtiyarlığına erenler, o nûrun ilk kaynağı olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a vuslatın hazzını tatmışlardır.
Nitekim Hazret-i Ali ve Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’tan gelen bütün tasavvuf silsilelerinin feyiz merkezini de Ehl-i Beyt imamı Câfer Sâdık Hazretleri teşkil eder. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri de Câfer Sâdık Hazretleri’nin en mümtaz talebesi ve mânevî evlâdı idi. Câfer Sâdık Hazretleri’nin kendisi için nasıl bir feyz kaynağı olduğunu, onunla geçen zamanlarını kastederek:
“Son iki yılım olmasaydı Nûman helâk olmuştu.” sözleriyle ifâde etmiştir:
İşte Ehl-i Beyt, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâlini, evsâfını, ahlâkını asırlara ve nesillere taşımakta müstesnâ bir zirvedir.
EHL-İ BEYT’E MUHABBET
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:
“…Ey Ehl-i Beyt! Allâh sizden, sâdece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” (el-Ahzâb, 33) buyurarak Ehl-i Beyt’i tezkiye ve tebrie ettiğini bildiriyor. Yâni Ehl-i Beyt’i bizzat Cenâb-ı Hak tervîc ediyor.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de âile efrâdını candan sever, ümmetinin de onları sevmesini arzu ederdi. Nitekim şöyle buyurmuştur:
“Allâh Teâlâ’yı, sizi nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin. Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin. Ehl-i Beyt’imi de beni sevdiğiniz için sevin!” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)
Allâh Rasûlü’nde fânî olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Ehl-i Beyt’e hürmet ve muhabbette de örnek bir şahsiyettir. O, buyuruyordu ki:
“Ehl-i Beyt’ine karşı edepli olmak sûretiyle de Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’a hürmet ediniz. Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yakınları, kendi yakınlarımdan bana daha sevgilidir.”
Ehl-i Beyt sevgisi o kadar mühim bir vazifedir ki, Rabbimiz, namazlarda Tahiyyat’tan sonra okuduğumuz salli-bârik duâlarında “Âl-i Muhammed” diyerek Ehl-i Beyt için de duâ etmemizi murâd etmiştir.
Namazlarda teşehhüdün hâtimesi kılınan ve “Âl-i Muhammed” için yapılan duâ, şüphesiz ki onların makamlarının yüceliğini gösterir. Tâzîm ve hürmetin böylesi, başka bir “âile” için mevzubahis değildir.
Bâzı kasıtlı kişilerin ve gâfillerin ithamlarına karşı: “Eğer Âl-i Muhammed’i sevmek râfızîlik ise ins ü cin şahid olsun ki ben râfızîyim.” diyen İmâm Şafiî Hazretleri, yine bu husustaki duygularını şöyle ifâde buyurmuştur:
“Ey Rasûlullâh’ın Ehl-i Beyt’i! Sizi sevmek, Allâh’ın Kur’ân’ında inzâl ettiği bir farzıdır. Size en büyük medâr-ı iftihar olarak kâfîdir ki, size salât etmeyenin namazı kabul değildir.” (Muhammed Pârsâ, Faslü’l-Hitâb / Tevhîde Giriş, s. 522)
GÖKLERİ TİTRETEN CİNAYET (10 Muharrem, Kerbelâ)
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın muhabbetle bağrına bastığı, şefkatle öpüp okşadığı, namazlarında bile mübârek sırtına aldığı aziz torunu Hazret-i Hüseyin’e karşı işlenen cinayet, İslâm tarihinin gördüğü en acı felâketlerden biridir. Bu cinayetin İslâm dünyâsının bağrında açtığı yara hâlâ kanamaktadır. Bu vahşiyâne cinâyeti işleyenlerin her biri, Allâh’ın ayrı bir gadabına dûçâr olmuştur.
Hazret-i Hüseyin Efendimiz’in hunharca katli, İslâm dünyasında o kadar nefretle karşılanmıştır ki, o devrin hükümdarı olan Yezid’in adı hakaret olarak kullanılagelmiştir. Çünkü o menfur cinayete, hangi mezhepten olursa olsun her müslümanın yüreği feryat hâlindedir. Buna göre aslında Sünnîler ve Şiîler arasında herhangi bir husûmet sebebi yoktur. Varmış gibi gösterilmesi, kötü niyetli insanların tahriklerinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bugün her iki taraf da birbirlerine hiçbir şekilde husûmetle bakmamalıdır. Bugün bilhassa; “Mü’minler ancak kardeştirler!..” (el-Hucurât, 10) hükmü etrafında kenetlenmek şarttır.
Bu hususta ümmet-i Muhammed’in tevhîdini, birlik ve beraberliğini bozacak tarzda kuru çekişmelere prim vermek, tartışma ve çatışmalara girmek, en başta o azîz neslin mübârek rûhunu incitecek hareketlerdir. Bilhassa yersiz taassuplar, tarihten beri daima zarar verici olmuştur. Zîrâ en ufak bir sürtüşme bile, ümmet-i Muhammed’i bölmek isteyen İslâm düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek demektir. Bu hususta sâhip olmamız gereken en güzel hâl, îman firâsetiyle uyanık davranıp, gereksiz yere gıybet ve münâkaşalardan uzak durmaktır.
Bunda muvaffak olmamız için Kur’an ve sünnet yanında sarsılmaz bir ortak noktamız daha vardır ki, o da Ehl-i Beyt muhabbetidir. Peygamber Efendimiz’in de bizzat emrettiği bu muhabbet, her müslümanın gönül ufkudur.
Bu sebepledir ki ecdâdımız Osmanlı, Ehl-i Beyt’i daima el üstünde tutmuş, saygıda kusur göstermediği gibi, onlara hürmet ve muhabbetin nasıl olması gerektiğine dâir, ümmete örnek olacak davranış güzellikleri sergilemiştir. Ehl-i Beyt’e hizmeti kıymetli bir vazîfe saymış ve onların şeref ve izzetinin muhâfazası için Nakîbü’l-Eşraflık diye resmî bir müessese geliştirmiştir.
Bizler de o mübârek ecdâdın torunları olarak Efendimiz’e lâyık olabilmek için, O’nun bizlere bıraktığı iki büyük emânet olan Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in muhabbetiyle kalblerimizi ihyâ etmeliyiz. Güzel ahlâk ve muâmelâtımızla O’nu örnek almalıyız. Bunun için de en başta Peygamber Efendimiz’in, O’nun âl ve ashâbının hâliyle kendi hâlimizi mîzân etmeliyiz.
Yâ Rabbî! Gönüllerimize Peygamber Efendimiz’in, Ehl-i Beyt’inin, güzîde ashâbının ve onların izinden giden Hak dostlarının rûhâniyetlerinden hisseler ihsân eyle!
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1988, IX, 22. 2) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 93-96. 3) Ahmed, I, 293. 4) Ayrıca Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26/2; Tirmizî, Tefsîr, 27/2.
YORUMLAR