HAK DOSTLARINDAN HİKMETLER
Şeyh Sâdî -9-
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Tandır sıcak iken ekmeğini pişirmeyenler, yarın pişman olurlar.
Ekin ekenler, harman vakti mahsul alırlar. Ekmeyenler ise tembellik ve gevşekliklerinin cezasını çekerler.”
[Cenâb-ı Hakkʼa şükürler olsun ki bizleri; “evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennemʼden kurtuluş”[1] vesîlesi olan, 11 ayın sultânı Ramazân-ı Şerîfʼe yeniden kavuşturdu.
Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, biz âciz kullarına, ilâhî lûtuf ve ihsanlarına nâil olalım diye, pek çok fırsat kapısı açıyor. Bunların belki de zirvesinde, ilâhî rahmetin âdeta coşup taştığı Ramazân-ı Şerîf yer alıyor.
Ârif zâtlardan biri, bu mübârek ay hakkında güzel bir teşbihte bulunuyor:
“Sene bir ağaçtır. Receb ayı bu ağacın yapraklanma, Şâban ayı da meyvelenme günleridir. Ramazan ayı ise meyvelerinin toplandığı günlerdir.”
Bu bakımdan Ramazân-ı Şerîf, mânevî bir hasat mevsimidir. Cenâb-ı Hakkʼın bu müstesnâ lûtfunu âdeta ganimet bilerek, onu lâyıkıyla idrâk ve ihyâ etmek, muazzam bir mükâfat vesîlesidir.
Bunun zıddına, bu mânevî hasat mevsimini gaflet uykusuyla, faydasız meşgalelerle, televizyon ve internetin nefsâniyeti palazlandıran programları karşısında kalplerimizi karartmakla yahut tembellik ve ihmalle ziyan etmek ise, sâir zamandakilere kıyasla, çok daha büyük bir nedâmet, mahrûmiyet, hattâ -Allah korusun- dehşetli bir hüsrana sebebiyet verebilir.
Nitekim Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Cebrâîl bana göründü ve:
«Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi, ben de «Âmîn!» dedim...” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:
“…Ramazan’ı idrâk edip de bağışlanamamış kimseye yazıklar olsun. Kişi Ramazan’da da bağışlanamazsa, peki ya ne zaman bağışlanacak?!.” (İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 270; Heysemî, Mecmauʼz-Zevâid, III, 143)
Diğer taraftan, herkes kendi güç ve kudreti nisbetinde bir cömertlik ve ikramda bulunabilir. Ramazân-ı Şerîf’te bulunan Kadir Gecesi ise, Cenâb-ı Hakkʼın şân-ı ulûhiyyetini gözler önüne seren, müstesnâ bir cömertlik tezâhürüdür. Zira bir geceyi, ibadetle ihyâ edilen bin aydan, yani seksen üç küsur seneden daha hayırlı ve fazîletli kılmak, Cenâb-ı Hakkʼın kullarına olan lûtuf, ihsan ve cömertliğinin de azametini ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla; “Her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bil!” anlayışıyla, Kadir Gecesiʼni içinde barındıran bu rahmet ve bereket ayının kadr u kıymetini bilelim, onun hiçbir ânını gaflet uykusuyla ziyân etmeyelim…
Diğer taraftan Ramazân-ı Şerîf, senelik ve ömürlük bir muhâsebe zamanıdır. Zira geçen sene Ramazân-ı Şerîfʼte pek çok dost, ahbap ve kardeşlerimiz vardı ki bu Ramazanʼda berzah âlemindeler. Belki seneye yine Ramazân-ı Şerîf gelir ama, ona erişmek kime nasîb olur, bu fırsat bir daha elimize geçer mi, meçhul!..
Dolayısıyla her Ramazân-ı Şerîfʼi, son Ramazanʼımız olabileceği şuuruyla değerlendirelim. Ömrümüzün kalan kısmını, geçen kısmından daha hayırlı kılabilmek için, kusur ve noksanlıklarımızın telâfisi yönünde, ciddî adımlar atalım.
Bu mânevî hasat mevsiminde vakitlerimizi sâlih amellerle, dolu dolu geçirmeye gayret edelim. Tevbe-istiğfarla, zikir ve salevât-ı şerîfelerle, üzerimizde hakkı olanlarla helâlleşmek sûretiyle, beş vakit namazı mümkün mertebe cemaatle ve huşû içinde edâ etmekle, buna ilâveten terâvih, teheccüd ve diğer nâfile namazlarla, oruçla, zekâtla, fitre ve infaklarla, Cenâb-ı Hakkʼa olan yakınlığımızı artırmaya çalışalım.
Kurʼân-ı Kerîmʼin indirildiği bu mübârek ayda, hem kendimiz hem de evlâtlarımızla, Allâh’ın kelâmını bol bol okuyup dinleyelim, verilen ilâhî mesajların tefekküründe derinleşelim. Bununla da yetinmeyip Kur’ân’ın hayat veren ahkâmıyla âmil olmaya, ahlâkıyla kemâle ermeye gayret gösterelim.
Evlâtlarımızı da küçük yaşlarından itibâren namaza, oruca alıştıralım. Tekne orucuyla da olsa bu ibadet heyecanını, hediyeler vererek, taltif ederek, sevdirerek onların mâsum yüreklerine nakşetmeye çalışalım. Dâimâ Allah rızâsının arayışı içinde olalım.
Şuna da dikkat edelim ki Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı bazen küçük, bazen orta, bazen büyük bir amelde gizlidir. Dolayısıyla, küçük-büyük demeden, Allâhʼın rızâsına vesîle olabilecek hiçbir ameli -imkânımız varken- ihmâl etmeyelim.
Aynı şekilde Cenâb-ı Hakkʼın gazabı da bazen büyük, bazen orta, bazen küçük bir şeyde tecellî edebilir. Dolayısıyla küçük-büyük her türlü günah ve mâsıyetten titizlikle uzak duralım.
İmâm Şâfiî Hazretleriʼnin buyurduğu gibi; dâimâ hak ve hayırla meşgul olalım ki bâtıl ve şer, gönüllerimizi işgâl edemesin.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Yusuf Mısır’ın kıtlık çektiği yıllarda, açları unutmamak için doyuncaya kadar yemedi.”
“Naz ve nîmetle, rahatlıkla yaşayanın, açın hâlinden ne haberi olur? Açın hâlini ancak, kendi geçiminden âciz kalanlar bilir.”
[Ramazân-ı Şerîfʼin alâmet-i fârikası olan oruç ibadeti, bir nevî açların hâlinden anlama eğitimidir. Bu yönüyle Ramazân-ı Şerîf, ümmetin derdiyle dertlenme, garipleri, kimsesizleri, muhtaç ve muzdaripleri sevindirme ayıdır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde Yüce Zâtʼını bize en çok “Rahman” ve “Rahîm” sıfatlarıyla tanıtıyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz de “raûf ve rahîm”, yani çok müşfik ve çok merhametli. Dolayısıyla Allâhʼa kul, Rasûlullah Efendimizʼe ümmet olan, ilâhî ve nebevî ahlâk ile ahlâklanan bir mü’min de “rahmet insanı” olmalıdır.
Cenâb-ı Hak merhametli kulunu seviyor. İlâhî rahmetin coşup taştığı bu ayda da bir müʼmin; elinden, dilinden, hâlinden, kālinden şefkat ve merhamet tevzî etmelidir. Bir müslümanın gönlünü almaya, onun problemini çözmeye, daha çok îtinâ göstermeli; mahzun yüreklere sevinç vermekle sevinmelidir.
Din kardeşinin bir sıkıntısını gidermek için gösterilecek gayretlerin, Allah katında ne kadar kıymetli olduğunu ifade eden şu hâdise ne kadar mânidardır:
Abdullah ibn-i Abbas bir gün Peygamber Efendimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbâs :
“–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.” dedi ve konuşmaları şöyle devam etti:
“–Evet ey Rasûlullâh’ın amca oğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukâbilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sahibi (Allah Rasûlü ) hakkı için söylüyorum ki onun hakkını ödeyemiyorum.”
“–Senin için onunla konuşayım mı?”
“–Sen bilirsin.”
İbn-i Abbas v ayakkabılarını alarak mescidden çıktı. Adam ona:
“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescidden çıktın?” diye ardından seslendi.
İbn-i Abbas :
“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan Zâtʼtan duydum ki, (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu):
«Her kim, din kardeşinin bir işini tâkip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile ateş arasında üç hendek yaratır ki her hendeğin arası, doğu ile batı arası kadar uzaktır.»”[2]
Dolayısıyla mü’minlerin maddî-mânevî sıkıntılarına çâre bulmak için gayret göstermeyi, bilhassa bu ayda uhrevî bir hazine değerinde görelim.
Hazret-i Ali, bu sâlih amelin fazîletini ne güzel ifade buyuruyor:
“İki nîmet vardır ki beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum:
Birincisi; bir adamın ihtiyacını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün samimiyetiyle benden yardım istemesidir.
İkincisi de; Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vâsıtamla yerine getirmesi yahut işini kolaylaştırmasıdır.
Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 598/17049)
Demek ki bir din kardeşimizin sıkıntısını giderebilmeyi büyük bir nîmet bilmeli, bunu yaparken de üslûbumuza son derece dikkat etmeliyiz. Bize mürâcaat edeni güler yüzle karşılamalı, imkânımız varsa sevinerek paylaşmalıyız. Verecek hiçbir şeyimiz yoksa, hiç olmazsa gönül alıcı birkaç tatlı sözle muhtâcı tesellî etmeliyiz. Onun gönlünü incitecek hâl ve tavırlardan titizlikle sakınmalıyız. İnfâk edebilmeyi nasîb ettiği için Cenâb-ı Hakkʼa şükretmeli, buna vesîle olduğu için de muhtâca teşekkür edâsıyla bakmalıyız.
Nitekim Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Veren, alana teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî ihtiyacının giderilmesidir. Verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lûtuflar ile Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıdır. Böyle olunca; veren, alandan daha kârlı durumdadır. Onun için de muhâtabına teşekkür etmelidir.”
Unutmayalım ki bizler; ümmeti muzdaripken huzur bulamayan, yaşama zevkini bir kenara bırakıp yaşatma sevdâsına gönül veren, bir anne-babanın evlâdına olan şefkat ve merhametinden çok daha fazlasını ümmeti için duyan, raûf ve rahîm bir Peygamber’in ümmetiyiz. O’nun hâliyle hâllenmek, ahlâkıyla ahlâklanmak, bilhassa bu mübârek ayda hepimizin gönül ufku olmalıdır.
Şu hâdise, Rasûlullah Efendimiz’in muhtaç ve muzdarip ümmeti hakkındaki rikkat ve hassâsiyetini ne güzel sergilemektedir:
Cerîr bin Abdullah anlatıyor:
“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah Efendimiz’in huzûrunda idik. O esnâda Mudar Kabîlesi’nden, kılıçlarını kuşanmış, perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde kaplan derisine benzeyen, alaca çizgili, basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat yoksulluktan, neredeyse çıplak vaziyetteydiler.
Onları bu derece fakir görünce Allah Rasûlü’nün üzüntüden yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezan okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kāmet getirdi ve Efendimiz r namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek, önce şu âyet-i kerîmeyi okudu:
«Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının!.. Şüphesiz ki Allah, hepinizi görüp gözetmektedir.» (Bkz. en-Nisâ, 1)
Sonra da şu âyet-i kerîmeyi okudu:
«Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..» (el-Haşr, 18)
Daha sonra:
«–Her bir fert, altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu.
(Rasûlullah Efendimiz’in üzüntüden yüzünün sararması, ashâba o kadar tesir etmişti ki) Ensâr’dan bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâli birbiri peşine sökün edip, sadaka vermek için sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm.
Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki ayın on dördü gibi parlıyordu…” (Bkz. Müslim, Zekât, 69)
Bugün bizler de Efendimizʼin gönlüne bir sevinç vermek istiyorsak, Oʼnun mazlum ve mağdur ümmetinin yüreğine su serpecek, onların yorgun gönüllerini biraz olsun tesellî edecek gayretlerin içinde bulunmalıyız. Zira Peygamber Efendimiz, amellerimizin, berzah âleminde kendisine de arz edildiğini, şöyle haber veriyor:
“…(Hayatım gibi) vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim...”[3]
Rasûlullah r Efendimizʼi güzel amellerimizle sevindirmek ne büyük saâdet, ne muazzam bir bahtiyarlıktır. Fakat buna mukâbil aynı hadîsin devamında;
“(Amellerinizden) kötü bir şey gördüğümde, sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” buyruluyor.
Yine Vedâ Hutbesi’nde de Efendimiz;
“Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayın!” tembihinde bulunuyor.[4]
Dolayısıyla; yanlış hâl ve davranışlarımız, hatâ ve kusurlarımız, gaflet ve ihmâllerimiz sebebiyle, Efendimizʼin gül yüzünü soldurmak ve O’nun rakik kalbini incitmek, çok büyük bir mahcûbiyet sebebidir.
Bilhassa Ramazân-ı Şerîfʼte bu hakîkatleri de hatırımızdan çıkarmayalım. Yani Efendimiz; “Ben Yemenʼden gelen nefes-i Rahmânîʼyi duyuyorum.”[5] buyurduğu gibi, ümmetinden gelen Rahmânî nefeslerden de bunun aksine nefsânî ve şeytânî nefeslerden de haberdar ediliyor. Bunu unutmayıp hâl ve tavırlarımızı güzelleştirmeye çalışalım. Oʼnun aziz ve latîf kalbine huzur verebilmek, gül yüzünde küçücük bir tebessüme vesîle olabilmek için, bilhassa ümmet-i Muhammedʼin dertlerine derman olmaya gayret edelim.
İbn-i Abbas (r.a.)’ın ifadesiyle; “Rasûlullah Efendimiz, Ramazân-ı Şerîfʼte, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.”[6]
Ümmeti olarak bizler de Oʼnun bu hâliyle hâllenmeye gayret edelim ki “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[7] nebevî müjdesinin muhtevâsına giren bahtiyar kullardan olabilelim.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Bir kimse eğer taş yürekli değilse, insanlar açlıktan karınlarına taş bağlarken doyasıya yemek yiyemez. Fakirin açlıktan kan yuttuğunu görürken, zenginin boğazından lokma nasıl geçer?”
[Hiçbir müʼmin, din kardeşlerinin ıztırâbını görüp de “Bana ne!” diyemez. “Onlar tâlihine küssün!” deyip acılarına bîgâne kalamaz. Zira gerçek bir müʼmin;
‒Komşusu açken tok yatamayan,
‒Üşüyenler varken ısınamayan,
‒Din kardeşleri zor durumdayken huzur bulamayan,
‒İhsan ve ikram etmenin mânevî hazzıyla rûhunu doyuran,
‒Muzdariplerin yüzünü güldürmekle huzur bulan, diğergâm, hassas ve fedakâr insandır.
Bütün ibadetler, rûha verilen ayrı ayrı vitaminler mesâbesindedir. Oruç ise, rûhu besleyip kuvvetlendiren müstesnâ bir gıdadır. Oruçla gönüller incelir, kalp gözleri açılır. Vicdanlarda;
‒Nîmetlerin kadrini idrâk etme,
‒Açların hâlinden anlama,
‒Muzdariplerin sessiz feryatlarını işitme,
‒İffetinden dolayı kimseye el açamayan muhtaçları sîmâlarından tanıma hassâsiyeti gelişir.
Böylece kulun; Yaratanʼa karşı hamd ve şükür, yaratılanlara karşı da şefkat ve merhamet duyguları seviye kazanır.
Bu yönüyle oruç; Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetine nâil olabilmek için, Oʼnun kullarını her zamankinden daha fazla düşünmeyi tâlim ve telkin eder. İlâhî rahmetin coşup taştığı bu mübârek ayda müʼmin de rûhundan rahmet taşırmalıdır.
Bugün başta İsrâil işgali altındaki Filistin ve Çin işgali altındaki Türkistan’ın Doğusu olmak üzere, Suriyeʼsiyle, Yemenʼiyle, Sudanʼıyla, Afrikaʼnın fakir beldeleriyle İslâm âleminin pek çok bölgesi, yürek burkan manzaralarla dolu.
Bizler bu Ramazân-ı Şerîf’te, sıcacık evlerimizde sahurlarımızı yapıp iftarlarımızı açarken, başını sokacak bir evi kalmamış olan, kimi zaman sahursuz ve iftarsız oruç tutan, bombalanmış câmilerin enkâzında terâvih namazı kılan Gazzeli kardeşlerimizi unutmayalım.
Zâlimlerin vîrâneye çevirdikleri Gazze için, şimdiye kadar yardım ulaştırma yolları kapalıydı. Bu satırların kaleme alındığı günlerde ise, işgalci ve katliamcı Siyonistlerin bütün ihlâl teşebbüslerine rağmen, iyi-kötü bir ateşkes antlaşması, pamuk ipliğine bağlı olsa da devam ediyordu. Gazze’ye yardım koridoru, İsrail’in bütün engellemelerine rağmen açılmış bulunuyordu.
Bugün artık şahsî gündemlerimizi bir kenara bırakıp, Gazzeli kardeşlerimizin yaralarını sarmak için daha büyük bir fedakârlıkla gayret etmek, hepimiz için bir din kardeşliği mesʼûliyeti, bir insanlık vazifesidir.
O kardeşlerimizin gönülleri mahzun, kalpleri kırık. Hakkʼa yakınlığın en kestirme yolu da, kırık kalpleri ihyâ ve âbâd etmekten geçiyor.
Unutmayalım ki biz o mazlum kardeşlerimizin yerinde olabilirdik, onlar da bizim yerimizde olabilirlerdi. Bizim başımız dara düşse, din kardeşlerimizden nasıl yardım beklersek, biz de şimdi o kardeşlerimiz için, aynı gayret ve fedakârlığı göstermek durumundayız.
Dolayısıyla bu mübârek ayda ümmetin mazlum, mağdur, muzdarip ve muhtaçlarına elimizi uzatmalıyız. Onlara, kendilerini düşünen, dertleriyle dertlenen din kardeşlerinin varlığını hissettirmeliyiz.
Bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet günü, Arş-ı Âlâʼnın altında gölgelendirilerek taltif edilecek yedi sınıf müʼminden biri de, “birbirlerini Allah için seven din kardeşleridir.”[8]
Bu ise rahat zamanların çay-kahve kardeşliği değil, zor ve meşakkatli zamanlarda gösterilen kardeşliktir. Din kardeşinin sevincini paylaşmak kadar, onun zor zamanında derdini paylaşmaya da gönüllü olabilmektir.
Mazlum din kardeşlerimizin hâli ortadayken, bizler bugün rahatımızdan ferâgat edemiyorsak, gündelik telâşelerle oyalanmaya devam edebiliyorsak, vaktimizi, nakdimizi, enerjimizi hâlâ lükse, konfora, ten rahatlığına, mâlâyânîye sarf edebiliyorsak; bu duygusuzluk, bizim din kardeşliğimize halel getirir.
Hiçbir şey gibi, bu nevî duygusuzlukların da, dünyada veya âhirette karşılıksız kalmayacağını unutmayalım. Kardeşlerimiz için elimizden, dilimizden, gönlümüzden ne geliyorsa yapalım. Ne imkânımız varsa seferber edelim. Hiçbir şey yapamıyorsak, en azından seherlerde samimî gözyaşlarıyla duâlarımızı esirgemeyelim. Allah için buğzun bir gereği olarak, zâlimleri boykot etmeyi de aslâ terk etmeyelim.
Rabbimizʼden, bu husustaki kusur ve noksanlıklarımız için de af dilemeye devam edelim. Zira Cenâb-ı Hak; “istiğfâr edenlere azâbının inmeyeceğini” vaad etmiştir.[9] Tabiî ki bu istiğfârın samimiyetini de hâl ve davranışlarımızla, gayret ve fedakârlıklarımızla, fiilen ispat etmeliyiz.
Yeryüzünün dört bir yanından Arşʼa yükselen mazlumların âhı elbette karşılıksız kalmayacaktır. Bu itibarla bugün mazlumların acısına bîgâne kalmayalım ki, bir gün umûmî belâlar arzı saracak olursa veya âhirette bu hususta hesaba çekildiğimizde, Rabbimizʼin merhametini dilemeye yüzümüz olsun…]
Cenâb-ı Hak, senede bir aylığına gönül hânelerimize misafir olan mübârek Ramazan ayını güzelce ağırlayıp bizden râzı hâlde uğurlayabilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.
Ramazân-ı Şerîfʼin feyz ve rûhâniyeti içinde bir kulluk hayatı yaşayıp son nefesimizle de ebedî vuslat bayramına erebilmeyi, lûtf u keremiyle ihsân eylesin.
İslâm âlemindeki bütün mazlum din kardeşlerimizi, lûtf u keremiyle hakikî bayramlara eriştirsin.
Âmîn!..
[1] Bkz. İbn-i Huzeyme, Sahîh, III, 191.
[2] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Beyrut 1990, III, 424-425.
[3] Heysemî, IX, 24.
[4] Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30; İbn-i
Hişâm, IV, 275-276; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 360.
[5] Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358.
[6] Müslim, Fedâil, 50.
[7] Buhârî, Edeb, 96.
[8] Bkz. Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91.
[9] Bkz. el-Enfâl, 33.
YORUMLAR