Hakk’a Vâsıl Olmanın Yolu

İnsanların maddî-mânevi büyük problemlerle boğuşup, probleminin çözüleceği yufka, şefkatli, merhametli bir sığınak aradığı zamanlarda, bu nebevi ahlâkı bir hayat ölçüsü haline getirebilen mü’minler, hem Hakk’ın rızasını kazanmış olacak, hem de Nebiler Sultanının sünnetini yaşama saadetini tadacaktır.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen nebiler serveri efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in tebliği diğer peygamberlerden farklı olarak bütün insanlığa şâmildir. Görevlendirildiği bu büyük risâleti ifâ edebilmesi için Rabbimiz kendisine daha özel lütuflarda bulunmuştur. Bu lütuflardan birisi de, Cenab-ı Peygamber’in bizzat Cenab-ı Hak tarafından şerh-i sadr’a yani gönül açılması ve genişlemesine mazhar olmasıdır. “Biz senin için göğsünü (mutluluğun) açmadık mı?” (İnşirah, 1) ayeti, zât-ı risâletlerine özel bir hitab-ı ilahî ve iltifatı rabbanidir.

Şerh-i sadr hakkında tefsir kaynakları iki görüş bildirmişlerdir.

Birinci görüş; çocukluğunda ve peygamberliği sırasında veya İsra gecesinde cismanî bir ameliyat sûretinde göğsü yarılarak kalbinin çıkarılıp yıkanması ve yerine konduktan sonra iman ve hikmetle doldurulmuş olmasıdır.

İkincisi ise; Şerh-i Sadr’dan maksat neticesi mârifet ve itaat olandır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilince, insanlar ve cinlerle uğraşmak önce zor gelmiş ve gönlü daralmıştı. Allah Teâlâ ona öyle ayetler gösterdi ki bunlarla bütün o zorlukları aşma gücü ve imkânı buldu ve yüklenmiş olduğu her meşakkat, her şey gözünde küçüldü. Kalbinden o şekildeki bütün tasa ve düşünceleri çıkmış ancak bir tek düşünce kalmıştı. Çoluk çocuğun nafakasını, sıkıntılarını dert etmez, insanlardan ve cinlerden gelen eziyetlere önem vermez olmuştu. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu gönül genişliği ile müşriklerin ne tehditlerinden korkar ne de onların makamlarına ve mallarına meylederdi. Bu anlayışla şerh-i sadr yani gönül genişliği dünyanın değersizliğini ve ahiretin değerini bilmekten ibarettir.

Yüce Rabbimiz; “Allah her kimi hidayete erdirmek isterse onun gönlünü İslam’a açar. Her kimi de sapıklığa düşürmek isterse onun da kalbini daraltıp sıkıştırır.” (Enam, 125) buyuruyor. (Elmalılı)

Ashâb-ı Kiram radıyallahu anhüm ecmain efendilerimiz bu ayet-i kerime ile ilgili olarak;

-Ey Allah’ın Rasûlü göğüs açılır mı? diye sorduklarında, Efendimiz;

-Evet buyurdular…

-Bunun alameti nedir? diye sorduklarında ise Nebiler sultanı sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:

- “Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlanmaktır.” Yani göğsün açılması, Allah’ın vaat ve tehdidine samimiyetle iman, insanın dünyadan uzaklaşması, ahirete rağbet etmesi ve ölüme hazırlanmasıdır.

Rasûlullah efendimizin sinesi bütün önemli şeylere açık bir sineydi. Telaş etmez, şaşırmaz, sıkıntı ve ferah hallerinin ikisinde de gönlü rahat bulunur, yükümlü olduğu görevini eda ile meşgul olurdu. (Elmalılı)

Server-i Asfiyâ efendimiz, bu en büyük ilahî lütfa mazhariyetle risâlet vazifesini en kâmil mânâda ifa ederken, o tecellinin dış dünyaya yansıyan yönüyle sonsuz bir tevazu ve mahviyet ahlâkı üzere yaşardı. Toplumda herkes o gönülde kendine bir yer bulabiliyordu.

Ebu Musa radıyallahu anh Habibi Kibriya efendimizi tavsif ederken:

-Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yünden elbise giyer, koyununun altına oturup sütünü sağar, misafirleriyle ilgilenip onlara hizmet ve ikram ederdi. (Hakim, 1,129/ 205.)

Bu tevazu ve hizmet ruhunun ümmetine de yansımasını isteyen Rahmet Peygamberi şöyle buyurmuşlardır:

-“Ümmetim efdâli (ricalün/ gaybı) cennete işledikleri amellerle giremezler. Lâkin Allah’ın rahmeti, gönüllerindeki cömertlik, selamet-i sadr (kalp genişliği ve temizliği) ve bütün Müslümanlara karşı duydukları merhamet vesilesi ile girerler.” (Beyhâki, şuab-ı iman.)

En büyük ve özel ikramlar bizzat kendisine yapılan sevgililer sevgilisi efendimizin, mü’minlerle ilişkisi de yine Rahman ve Rahim Rabbimiz tarafından bildiriliyor, Hakk’ın sevgili elçisi de bu ilahi ölçüler içinde bir hayat sürüyordu. Efendimiz fakir ve kimsesiz mü’minlerle beraber bulunur, onların tüm dertleri ile meşgul olurdu. Müşriklerin ileri gelenleri ise fakirlerle birlikte oturmaya tenezzül etmiyor, kendisi ile oturup konuşmaları için Efendimizden, fakirlerin bulunmadığı hususi meclisler ayırmasını istiyorlardı. Onların Müslüman olmalarını çok arzulayan Rasûlullah efendimiz bir ara dile getirilen bu tür istekleri kabul etmeyi düşünmüştü. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: 

“Ey Nebi! Sabah akşam Rablerine O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının ziynetini arzu edip de, gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, boş arzularına uymuş, işi hep aşırılık olmuş kimselere de boyun eğme.” (Kehf, 28) ayet kerimesi ile habibinin nasıl bir yol izleyeceğini beyan buyurdu.

Bu ayeti kerime inince nebiler sultanı hemen kalkıp, bu fakir sahabilerini aramaya koyuldu. Onları Mescid-i Nebevi’nin arka taraflarında, Allah’ı zikrederlerken buldu. Bunun üzerine; “Canımı almadan önce, ümmetimden bu insanlarla beraber bulunmaya sabretmemi emreden Allah’a hamdolsun. Artık hayatım da ölümüm de sizinle beraberdir” buyurdu.

Âlemlerin Rabbi, âlemlere rahmet peygamberine; “Sana uyan mü’minlerle, merhamet kanadını indir.” (Şuara, 215) buyuruyor.

Bu âyet-i celile; “onlara yumuşak davran, beraberlik ve sohbete devam et. Onlarda görülen bazı hataları görmezden gel, nahoş hallerine tahammül et, iyi ve güzel ahlâkla davran, onların hepsine katlan. Onlar sana vermese de sen ver. Eğer sana haksızlık ederlerse onları bağışla. Benim hakkımda kusur ederlerse onları affet, onlar için mağfiret dile, tevazu ve şefkat sahibi ol. Şefkati kazan ve cömert ol…” şeklinde tefsir ediliyor.

“Kanadını indirmek”, inmek istediği zaman kuşun kanadını indirmesine benzetiliyor. Yakın ve uzak insanlarla beraberlik sırasında tevazu göstermek, yumuşak ve halim olmak tıpkı kuşların aşağı inerken kanatlarını indirerek yeryüzü ile buluşmasına benzer.

Bu ilahi beyanlarla Allah Rasûlü’nün gönlü öyle bir genişlik ve merhametle doldu ki, cahiliye döneminde en ağır cürümleri işleyenler, o gönle sığınıp hidayetle şereflenerek mânen tedavi oldular.

Çağlar için de hep nebevi izleri takip eden Allah dostları da Hakk’a vasıl olmanın en önemli yolunu bu nebevi ahlâk olarak benimsemişlerdir. Abdülkadir Geylani buyuruyorlar;

“Ey ihvan-ı din. Biz Cenab-ı Hakk’a sadece gece ibadeti, gündüz oruçları, ilmi meşguliyetle vâsıl olmadık. Lâkin Cenab-ı Hakk’a tevazu, kerem, sehâ ve selamet-i sadr (gönül ferahlığı ve selameti) ile vâsıl olduk. İnsanları Mevlâsından ayıran dünya alâkası ve nefistir. Dünyaya muhabbetten daha büyük perde yoktur. Kerem ve sehâ ile dünya alâkası gider, tevazu ile de nefsin sultası gider. Selamet-i sadr ile kalpden masiva zâil olur ve böylece kul Mevlâsına vasıl olur.”

İnsanların maddî-mânevi büyük problemlerle boğuşup, probleminin çözüleceği yufka, şefkatli, merhametli bir sığınak aradığı zamanlarda, bu nebevi ahlâkı bir hayat ölçüsü haline getirebilen mü’minler, hem Hakk’ın rızasını kazanmış olacak, hem de Nebiler Sultanının sünnetini yaşama saadetini tadacaktır.

Saâdet, zâtına olmaktır ümmet yâ Râsûlallah,

Seni inkar eden mecnûndur yâ Râsûlallah.

(Ziya Paşa)

 

 

PAYLAŞ:                

Abdullah Sert

Abdullah Sert Bey 1948 yılında Kütahya-Tavşanlı’da doğdu. İlk ve orta tahsilini Tavşanlı’da, lise tahsilini de Balıkesir İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı. 1966 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle