Arapça “firye” kökünden türetilmiş iftira kelimesi; “bir kimseye kasıtlı ve asılsız suç yükleme, kara çalma, asılsız iddiâ ve beyân” olarak dilimizde karşılık bulur.
Arapça “firye” kökünden türetilmiş iftira kelimesi; “bir kimseye kasıtlı ve asılsız suç yükleme, kara çalma, asılsız iddiâ ve beyân” olarak dilimizde karşılık bulur.
İftirada cehâletten ziyade, art niyet ve bile bile gerçeği saptırma durumu sözkonusudur. Bu yönüyle iftira, art niyetin ve kötülük duygularının bir neticesidir.
İftira atan şahıs, küçük düşürmek istediği kimsede birtakım kusurlar îcad etmek sûretiyle ona zarar vermek, onun itibarını gölgelemek ister. Belki kısa vâdede bunda da başarılı olabilir. Ama iftira, aslında insanın kendi şahsiyetini küçülten, kendine olan saygısını azaltan ve sonuç itibariyle en çok zararın müfterîye döndüğü psikolojik bir hastalık hâlidir.
İftira atmanın temelinde, muhatabının temizlik, güzel ahlâk ve asâletini içine sindiremeyen, onu kıskanan, onu meşrû çerçevede yenemeyeceğini fark eden insanın mağlubiyet psikolojisi yatar.
İftira; kibir, kıskançlık, hased, bencillik, hırs gibi menfî duyguların yanı sıra, kişinin âhiret gününe olan îman duygusunun hiç bulunmadığını veya az olduğunu gösteren bâriz bir işarettir. Zira iftira; hakikati saptırmak, hak etmediği birtakım imkânlara sahip olmak, mâsum birisini rezil etmeye çalışmak vb. birçok “kul hakkı”nı da içinde bulundurur.
Diğer taraftan iftira, sadece iki kişi arasında cereyan etmez. Kendisine iftira atılan şahıs, hiçbir bilgisi olmayan bir konuda, herkesin huzurunda mahcup ve çaresiz kalır. İnsanlar, başta bu kötülüğü o temiz şahsa yakıştıramasalar da, daha sonraki zamanlarda iftiranın izi silmek de kolay olmaz.
İftiranın bir boyutu da, kötülüğün aleniyete dökülmesi, insanlar arasında kötülüklerin konuşulması, saf zihinlerin idlâl olması, dillerin dedikodu, sû-i zan ve gıybetle kirlenmesidir. Eskilerin ifadesiyle, “şuyûu vukûundan beter” hâller olur.
Bütün bu sayılanlar, iftiranın fert ve toplum hayatında meydana getirdiği yıkımı gösteren birkaç misalden ibarettir. Ancak iftira, zincirleme olarak ferdi, âilesini, çevresini ve toplumu içten içe kemiren büyük bir felâket ve mahveden şeytânî bir hastalıktır. Dinimiz, iftiranın her çeşidini yasaklanmıştır.
Ancak iftiranın en fecî şekillerinden birisi, insanın nâmusuna atılan iftiradır. Bu, âdeta insanı en hassas yerinden vurmak, onun mânevî şahsiyetine telâfîsi olmayacak bir şekilde zarar vermek demektir. Bu tür iftiranın en çirkini ise, mâsum ve iffetli kadınlara atılanıdır ki, dinimizde buna “kazf” adı verilir ve Kur’ân-ı Kerîm diliyle dört şâhit getirmeyenlere had cezası tâyin edilmiştir. Rabbimiz, bu günahın çirkinliğini şu âyet-i kerîmeyle de ayrıca te’yid etmiştir:
“Nâmuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zina isnâdında bulunanlar, dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azab vardır.” (en-Nûr, 23)
Böyle bir iftira duyduğunda mü’minin vazifesi, hüsn-i zanda bulunmak, bizzat şâhidi olmadığı bir şeyi diline dolamamak ; Allâh’ın huzurunda konuştuğu her cümleden hesaba çekileceğini idrâk etmektir. Çünkü dil, kulak, göz ve gönül; hepsi yaptıklarından mes’ûldür.
Kur’ân-ı Kerîm Hazret-i Meryem’i iffetsizlikle suçlayıp iftira atanlara cevap vermiş ve Hazret-i İsâ’nın bir mûcize olarak babasız dünya geldiğini îlan etmiştir.
Yine Peygamber Efendimizin en sevgili hanımlarından Hazret-i Âişe’ye yapılan itham ve iftiralarla ilgili âyetler nâzil olmuş ve Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Kur’ân-ı Kerîm’in lisânıyla tebrie edilmiş, temize çıkarılmıştır.
Tarih boyunca peygamberlere ve sâlih zâtlara çeşitli iftiralar atıldığı gibi, Allâh’ın zât ve sıfatlarına dair de kâfir ve müşrikler tarafından pek çok iftira atılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, bu tür pek çok yalan beyâna cevap vermiş; Allâh’ın oğlu-kızı olması , putlardan yardımcıları bulunması, Allâh’ın haram kılmadığı şeyleri haram kıldığını söylemeleri gibi birçok bâtıl inanç açıkça reddedilmiştir.
Bütün bu anlatılanlar göstermektedir ki, ilk insandan beri başta şeytan olmak üzere, bütün şeytanlaşmış varlıklar; Allâh’a, peygamberlerine, sâlih ve sâdık kimselere çeşit çeşit seviyesiz iftiralar atmışlar ve bu iftiralarıyla kendi noksan akıllarını ve düşük ahlâklarını göstermişlerdir. Ancak Rabbimiz, bu iftira atanların iftiralarını reddetmiş, onlara dünyada zillet, âhirette de lânet ve ebedî azab hazırlamıştır.
İnsanın kendi nefsî hastalıklarının tedâvisi ile meşguliyeti, aslında başkalarının hata ve kusurlarını görmekten alıkoyar. Bu yüzden yalan ve iftiraya meyleden kimseler; öncelikle kendi iç dünyalarına yönelmeli ve burada yuvalanmış kibir, enâniyet, hased, nefret, kadere isyan vb. ölümcül hastalıklarla mücadele etmelidirler. Aksi hâlde içlerindeki ölümcül zehir, başka insanlara tesir etmeden önce kişinin kendi içindeki ölümüne sebep olur. Başkası hakkında hased ve düşmanlığa niyetlenen kimse, önce kendisini, güzel niyet ve amellerini ateşe vermiş demektir.
Günümüzde iftira, “psikolojik bir savaş yöntemi” olarak kullanılagelmektedir. Elindeki medya imkânlarıyla bir kişiye başlayan iftira kampanyası, karşı taraf pes edinceye ve istenilen noktaya gelinceye kadar aralıksız ve acımasız bir şekilde devam ettirilir. Bu, o kadar kesîf bir propagandadır ki, bu yalan ve iftirayı başlatanlar bile, bir müddet sonra kendi yalanlarına inanmaya başlarlar.
İnsan psikolojisinde, kendine yakıştıramadığı bazı davranışları, karşısındakine “yansıtma” özelliği de vardır. Hatırlanacağı üzere, şeytan, Hazret-i Âdem’e secde etmeme suçunu, Cenâb-ı Hakk’a yansıtarak “Allâh’ın kendisini saptırdığını” iddia etmiştir. Bu iddia da bir iftiradır. Suçluluk psikolojisi ile, kendisine yanlış yapmayı yakıştıramayan şeytan, bunu kendisi dışındaki varlıklara (Allah Teâlâ’ya, Hazret-i Âdem’e) yansıtmış ve onlara cephe alarak kendisini temize çıkartmak istemiştir. Bu durum, bütün suçlu ve günahkârlarda da vardır. Onlar da suçu, hep başkalarına yıkma derdindedirler. İftiranın sebeplerinden birisi de bu duygudur.
Türkiye’de yürütülen “algı operasyonları” ve “iftira kampanyaları” da çok tazedir. Herhangi bir kul hakkı ve âhiret endişesi taşımayan kimseler, her türlü saldırıyı mübah saydıkları bir anlayışla, dillerine doladıkları yalan ve iftiraları, ellerindeki bütün vasıtalarla Türkiye içinde ve dünyada yıllarca yaymaya çalışmışlardır. Bu gayret ve çalışmaları da son sürat devam edip gitmektedir. Bir mü’minin, hele Müslümanlar için çırpınan bir idarecinin aleyhinde kampanya yürütürcesine iftira ve yalanlara sığınmak; o şahsın ferdî hakkının ötesinde, onun idaresi altındaki bütün insanlarla ve dünya çapındaki insanlara verdiği moral ve idealle de hesaplaşmak demektir ki, “küresel bir kul hakkı” doğurur. Bunu, dînî bir kisve kullanarak yapmak ise; dine, dindarlığa, cemaatlere ve bütün Müslümanlara yönelik başka bir kul hakkı boyutunu gündeme getirir.
Kısacası, iftira, bir kişi hakkında sözle yapılan bir suçken bile haramdır, lânetliktir ve kul hakkı sebebidir. Bir de bunun kalıcı iz bırakmaya dönük, sistemli, organize ve kitlesel iletişim vasıtaları kullanılarak pek çok kişi tarafından yapılması, suçun vehâmetini de, ahretteki cezasının büyüklüğünü de katlayarak artırır. Rabbimiz, bizi, âhirette “kul hakkı sebebiyle” müflis hâle gelmiş kimseler olmaktan muhafaza buyursun. Âmin.
Fatma ÇATAK
YORUMLAR