Mânevî Yolda Marifetullah’a Ulaşmanın Şartı

Alîm olan Cenâb-ı Hak, ilim sıfatını mahlûkuna bildirmek için bu sıfattan bir nebze mahlûkunda halk buyurmuştur ki, onunla Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatı bilinsin. Eğer bir kulda ilim sıfatından bir nebze olmasa, Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatına mârifet hâsıl olmaz.

Diğer sıfat-ı İlâhiyye de bu minvâl üzeredir. Meselâ anadan doğma gözü görmeyen ve kulağı işitmeyen bir kimse, görmenin ve işitmenin ne demek olduğunu bilemez. Kezâ, Cenâb-ı Hakk’ın “mürîd” sıfatı vardır. Kulunda irâde-i cüz’iyyeyi halk buyurmuştur. Eğer kulda irâde-i cüz’iyye olmasa, Cenâb-ı Hakk’ın irâde-i külliyesi de bilinemez. Meselâ, gözü açık olarak aynaya bakan kimsenin in’ikâs eden hayâlinin de gözü açık olması lâzım geldiği gibi. Hak Teâlâ hazretleri, mürîd sıfatına mukâbil insanlara da irâde-i cüz’iyye vermiştir ki yevm-i kıyâmette onları hesaba çekebilsin. Çünkü tekâlif-i şer’iyye irâde-i cüziyyenin bulunması üzerine terettüb ediyor. Nefs-i emmâresini hiçbir kayıt altına almamak fikrinde bulunanlar; “Cenâb-ı Hak salâhımı murâd ederse sâlih olurum, etmezse olmam.” tarzında kaçamak yapıp bâtıl yola sapmak isteyenler kendilerini aldatmış olurlar.

Nitekim âyet-i celîlede:

Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince biz onlara elbette yollarımızı gösteririz.” (Ankebût Sûresi, 69) Yani, bizim hidâyetimiz, kulların mücâhedelerine bağlıdır, buyuruluyor. Ve yine:

Hakîkat, insan için kendi çalıştığından başka (bir şey) yoktur.” (Necm Sûresi, 39) âyet-i kerîmesi de yalnız maîşet-i dünyeviyeye münhâsır olmayıp, maişet-i uhreviyyeye de âittir. Hadîs-i şerîfte: “Ulemâ vâris-i nebîdir.” denilmek câiz olduğu gibi, “Kim vâris-i nebî ise ancak âlim odur.” diye mânâ vermek de câizdir.

Bu îtibarla bu hadîs-i şerîfe ikinci mânâyı vermek uygun olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı bilmeyen ve tanımayan, Cenâb-ı Hak’tan korkmayıp ma’siyet işleyen kimseye hakîkî âlim denilmesi câiz olamaz.

Âlim billâh olan, halkı, garazsız ve ücretsiz hiçbir menfaat mukâbili olmayarak livechillâh Hakk’a, şerîat-ı mutahharanın emirlerine dâvet eder. Nitekim:

Siz insanlar için (insanlığın fâidesi için gaybdan, yahut levh-i mahfûzdan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız.” (Âli İmrân Sûresi / 110) buyurulmuştur.

Hiçbir peygamberin ümmeti, vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani, hiçbir peygamberin ümmetine emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker vazîfesi verilmemiş ancak bu vazîfe ümmet-i Muhammed’e tevdî ve ihsân buyurulmuştur. Bu vazîfeyi îfâya memur olan ümmetin hayırlısından murad; ulemâ-yı zâhir değildir. Zîra ulemâ-yı rüsûm denilen zâhir ulemâsına peygamber vârisi denilemez. Çünkü “irs” tâbiri bir pederden evlâda bilâ-kesb intikal eden şeye denir. Ulemâ-i zâhirin ilmi ise irsî değil, kesbîdir. Medreselerde tahsil edilir, vehbî değildir. Vehbî olmayan ve kesbî bir ilme irs tâbiri sahîh olamaz, ulemâ-yı zâhir de vâris-i enbiyâdır, demek asla doğru olamaz. Âyette:

Allah’tan kulları içinde ancak âlimler korkar.” (Fâtır Sûresi / 28) buyurulmuştur. Hadîslerde de:

Erkek ve kadın her müslim için ulûm-i dîniyyesini taleb edip öğrenmek farzdır.

Velev ki Çin’de dahî olsa ilim taleb ediniz.” buyurulmuştur.

Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bu hadîs-i şerîflerde tahsîlini emir buyurmuş olduğu ilmi yalnız zâhirî ilme tahsis etmek doğru değildir. Çünkü mârifetullaha ve havf-i ilâhîye mukârin olmayan ve dünyadan zühdü artırmayan ilim, ind-i ilâhîde şâyân-ı kabûl bir ilim sayılmaz.

Her asırda neşr-i din vazîfe-i mukaddesesi ulemâ-yı zâhir ve bâtın; yani ulemâ-i meşâyıh-ı kirâm efendilerin uhde-i liyâkatlarına tevdî ve tahmil buyurulmuştur.

Ulemâ-i zâhir ve bâtının vazîfeleri umumun menfaatine hizmet edeceğinden fâidesi yalnız kendi nefsine münhasır olan âbidden onların derecesi daha yüksek ve daha hayırlıdır. Elbette ibâdet-i müteaddiye, ibâdet-i lâzimeden hayırlıdır. İşte bu hikmete mebnî Rasûlullah -sallallahü aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretleri, Hazret-i Ali -kerremellahü vecheh- Efendimiz’e:

Yâ Ali! Senin delâletinle Cenâb-ı Allah’ın bir şahsı hidâyete ulaştırması dünya ve mâfîhânın senin olmasından daha hayırlıdır.” buyurmuştur.

Mahmud Sâmî Ramazanoğlu, Musâhabe-6, s.115

PAYLAŞ:                

Mahmud Sâmi Ramazanoğlu

Adana’da doğdu. Babası Ramazanoğulları diye bilinen aileden Müctebâ Bey, annesi Ümmügülsüm Hanım’dır. Adana’da rüşdiye ve idâdîde okuduktan sonra İstanbul’a gidip Dârülfünun Hukuk Fakültesi’ne kaydold

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle