Müminin Ana Vasfı Emin Olmaktır

Çağımızda, ferdî münâsebetlerden uluslararası ilişkilere kadar pek çok alanda güven bunalımının yaşandığı da bir gerçektir. Müslümanlık kıvamımızı ancak kalplerin ve amellerin birlikteliğini sağlayarak gerçekleştirebiliriz. “Mü’minler ancak kardeştir”, “Mü’minler birbirlerinin dostudur” ilâhî beyanlarını hayatımızın düsturu haline getirirsek, Allah ve Rasûlü’nün istediği kıvama ulaşabiliriz.

İnsanlığın hidâyeti için gönderilen bütün peygamberlerin ortak özelliklerinden biri de “emîn” olmaktır. Peygamberler öncelikle kendilerine indirilen vahy-i ilâhinin, yaşadıkları toplumlara aynen tebliğinde emindirler. Hak Teâlâ tarafından kendilerine ne indirilirse eksik veya fazla olmadan indirildiği şekli ile tebliğ etmişlerdir.

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim, özellikle Nuh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb -aleyhimüsselam-’ın kavimlerine ilk mesajı verdiklerinde hepsinin aynı hitap ile başladığını bildirir. Bu mesajın ana cümlesi de; “Siz Allah’tan korkmaz mısınız? Şüphesiz Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” (Şuara, 179. vd.)

Hâce-i kâinat, Hâtemünebiyyin olan sevgili peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Muhammed’ül Emîn’dir. Nübüvvetle şerefyâb olmadan önce 40 yıl yaşadığı Mekke toplumunda bu vasfı ile tanınmış, 23 yıllık nübüvvet döneminin tamamında hep o müstesna ve mümtaz vasfıyla yaşamıştır. Öyle ki birbirine güvenemeyen Mekke varlıklıları, nübüvvetine inanmamalarına rağmen emanetlerini O nebîler sultanına bırakmayı tercih etmişlerdir.

Güvenilir/emîn insan olmak her mü’minin ana vasfı olmalıdır. Zîra Cenâb-ı Hak peygamberlerini hep bu vasıfları ile zikrederken, mü’minlere de bu hususta açık emirler vermektedir:

Birbirinize bir emânet bırakırsanız emânet bırakılan kimse, o emâneti sahibine versin ve bu hususta Allah’tan korksun.” (Bakara, 283)

Gerçek kurtuluşa eren mü’minler, emânetlerine ve ahidlerine (verdikleri söz ve anlaşmalara) riâyet ederler.” (Mü’minûn, 8)

Eminliğin zıttı ise hıyânettir ki, “Allah hâinleri sevmez.” (Enfal, 58) ve “Allah, hiçbir hâini, hiçbir günahkarı sevmez.” (Nisa, 107)

İnsanlık âleminin “Muhammed’ül emîni’ Nebîler Sultanı Efendimiz’in tebliğ ettiği din, insanoğlunun hem dünya emniyetini hem de ahiretteki emniyetini hedefler. Bunun için de ilâhi ve nebevî ölçüler bildirir. En küçük topluluk olan aile içi ilişkilerden başlayarak sosyal hayatta, ticâri hayatta, daha da ötede devletler arası ilişkilerde Müslümanın ana vasfı olan güvenilirliği/eminliği üzerinde durur. Toplumda güven duygusu kaybolunca bütün ilişkilerin kıvamın arzu edilen seviyede olmayacağı bir hakîkattir.

Emânetler, maddi ve fizîkî alanlarda olduğu gibi, mânevî ve sır âlemiyle de ilgili olabilir. Rasûl-ü Kibriyâ Efendimizin hayatında, sahabe-i kiram efendilerimiz Allah ve Rasûlü’ne karşı bir hıyanetten özellikle sakındırılmışlardır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi vesellem-, Ebû Lübâbe isimli sahâbisini Kurayzaoğullarına gönderdiğinde o, çocukları ve malları onların yanında olduğunu düşünerek, Rasul-ü Kibriyâ Efendimiz’e ait bir kararı kabul etmemeleri için onlara îmâda bulundu. Ancak kendi ifadesiyle; ‘henüz ayaklarımı yerinden kıpırdatmadan Allah ve Rasûlü’ne ihânet ettiğimi anladım.’ Zira ilahi tehdit vardı: “Ey îman edenler! Allah’a ve peygambere hâinlik etmeyin. Yoksa bile bile size emânet edilen şeylere de hâinlik etmiş olursunuz.” (Enfal, 27)

Allah ve Rasûlü’ne hıyânet ettiğini düşünen Ebû Lübâbe, büyük bir pişmanlıkla kendisini mescidin direğine bağladı. Ölünceye ya da Allah tarafından affedilinceye kadar yiyip içmeyeceğine dair yemin etti. Yedi gün sonra da bayılıp düştü. Sonra Allah onun tevbesini kabul etti. Kendisine tevbesinin kabul edildiği, artık bağlarını çözüp evine gidebileceği söylenince; “Hayır! Vallahi, Rasûlüllah gelip bağlarımı çözmedikçe buradan ayrılmam” dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah -sallâllâhu aleyhi vesellem- gelip bağlarını çözdü. Ebû Lübâbe; “Tevbemin tamam olması için böyle bir günaha düştüğüm kavmimin bulunduğu bu memleketi terk edeceğim, malımın tamamını da tasadduk edeceğim” dediyse de Rasûl-ü Kibriyâ Efendimiz; “Malının üçte birini tasadduk etmen yeter” buyurdu. Sahabe-i kiram efendilerimiz bir anlık ayak kaymasının bile nasıl bir bedelle telâfi edileceğini gelecek nesillere böylece gösteriyorlardı.

Eminliğin/güvenilirliğin zıttı olan hıyânet; emânete riâyet etmemek, vazifeyi tam olarak yerine getirmemek, haksızlık yapmak, bir şeyi kötü anlamda saklayıp gizlemek gibi mânâlar taşır. Allah ve Rasûlü’ne hiyânete gelince; Kur’an hükümlerine, peygamberin sünnetine riâyet etmemek, saygısızlık yapmak, dinin emir ve yasaklarına sırf gösteriş için uyumak, Allah ve Rasûlü aleyhinde düşmana gizli sırları vermek gibi durumlardır. Allah ve Rasûlüne hıyânet edenler, kendi aralarındaki emânetlere de hıyânet ederler, birbirlerine olan güvenleri yok olur, mal, can, ırz ve namus emniyetleri de kalmaz.

Yüce Rabbimiz, insanın taşıdığı bütün emânetlerin yerli yerince korunmasını murat eder. En büyük emânet, insanın bizzat kendisidir ki, ona kendini Hakk’ın yarattığı fıtrat ve sâfiyet üzere koruyup ilâhî huzura o tertemiz fıtrat üzere gidebilmek gerekir. İlâhi beyanla, Kur’an bir emânettir, din bir emânettir ve bize verilen her güzellik bir emânettir. Bu emânetlere yerli yerince ve maksadına uygun olarak sahip olunmalıdır.

Rasûl-ü Kibriyâ Eendimiz, ümmetini gelecekteki sapmalara karşı uyarmış ve buyurmuşlardır ki:

“İnsanlardan ilk kaldırılacak olan haslet, emânettir (güvenilirliktir). En sona kalacak olan da namazdır. Nice namaz kılan insan vardır ki, onda hayır yoktur.” (Beyhâki, Şuab, 7)

“Bu ümmetten ilk kaldırılacak olan hasletler, hayâ ve emânettir. O halde Allah azze ve celleden bu ikisini isteyiniz.” (Beyhâki, Şuab: 7)

“Bana şu altı şey hakkında söz verin, ben de size Cennet için kefil olayım.

-Konuştuğunuz zaman doğru konuşun.

-Vaatte bulunduğunuz zaman yerine getirin.

-Emânet hususunda güvenilir olun.

-İffetinizi koruyun.

-Gözlerinizi haramdan muhafaza edin.

-Ellerinizi haramdan uzak tutun. (Ahmed, 5)

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi vesellem- abdest almıştı. Ashâb-ı kiram onun abdest suyunu alıp yüzlerine gözlerine sürmeye başladılar. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara:

“Niçin böyle yapıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da:

Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti sebebiyle! dediler. Bunun üzerine peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu:

“Allah ve Rasûlü’nü sevmeyi arzu eden veya Allah ve Rasûlü’nün kendisini sevmesini isteyen kişi; konuştuğunda doğru söylesin, kendisine bir emâanet verildiğinde onu en güzel şekilde edâ etsin, yani kendisine güvenen insanların bu emniyetini boşa çıkarmasın ve civarındaki insanlara en güzel şekilde komşuluk yapsın!” (Beyhakî, Şuab, 2I, 201; Tebrîzî, Mişkât, 3, 81)

Çağımızda, ferdî münâsebetlerden uluslararası ilişkilere kadar pek çok alanda güven bunalımının yaşandığı da bir gerçektir. Müslümanlık kıvamımızı ancak kalplerin ve amellerin birlikteliğini sağlayarak gerçekleştirebiliriz. “Mü’minler ancak kardeştir”, “Mü’minler birbirlerinin dostudur” ilâhî beyanlarını hayatımızın düsturu haline getirirsek, Allah ve Rasûlü’nün istediği kıvama ulaşabiliriz.

PAYLAŞ:                

Abdullah Sert

Abdullah Sert Bey 1948 yılında Kütahya-Tavşanlı’da doğdu. İlk ve orta tahsilini Tavşanlı’da, lise tahsilini de Balıkesir İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı. 1966 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle