İnsan ilahi bir iradenin tecellisi olarak dünyaya geliyor. Kendisine sayılı nefeslerden oluşan bir hayat sermayesi bu sermayeyi kullanabilecek bir de cüz’î irade veriliyor. Ve önünde iki yol, Kur’ânî bir ifade ile şükür yolu; nankörlük yolu.
Îman, amel-i sâlih ve ahlâk-ı hamîde çizgisinde şükür yoluna girenler ancak, yaratılışındaki hikmet, mânâ ve esrarın farkında olarak bir hayat sürüyor, kulluğun zirvesine tırmanıyor... Hayatın her ânını ilâhî ölçülere dikkat hassasiyeti ile yaşayan insan, ihsan kıvamına ulaşarak Rabbinin dostluğunu kazanabiliyor. Yani Yaratan yarattığını kendisine dost ediniyor. Kul da Allah dostu olabiliyor.
Kulluğun sayısız güzellikleri ile toplumların gönüllerinde iz bırakan, güzellikleri çağlar boyunca nesillerden nesillere aktarılan rehber insanlar, öncelikle peygamberler sonra da hayatı onların izinde yaşamaya çalışan Allah dostlarıdır.
Herbirinden ilim, irfan ve gönül dünyamıza ayrı ayrı ışıklar düşen sayısız Allah dostlarından biri olan merhum Musa Topbaş Efendi (1917-1999) hayatı kendisi ile beraber yaşayan nice yakınlarının şehadeti ile kendisine emanet edilen ömür nimetini en güzel şekilde yaşamış, hep bir “yüz aklığı ile huzur-i ilâhîye çıkabilme” gayret ve heyecanı içinde olmuştur. Kendisi ile beraber yaşamak saadetine erişmiş yakınlarının merhum üztazda şahid oldukları islami güzellik ve hassasiyetleri zikretmek gerekirse O’nun Rabbi ile olan ilişkisinde tazim, edep ve haya duyguları, bunun dışındaki diğer ilişkilerde ise sevgi, şefkat, merhamet, daimi tebessüm ve ikram hasletleri zikredilebilir. Bütün bu güzelliklerin eğitimini çok küçük yaşlarda almaya başlayan merhum Musa Efendi -kuddise sirruh- ömrü boyunca bu hasletleri bir hayat disiplini halinde sürdürmüş, hizmet ve irşadı da bu güzelliklerin toplumda neşvü neması gayesine matuf olmuştur.
Muhteşem bir kubbeden inen ve hangi taraftan seyredilse o tarafa ışığı yansıyan kristal bir avize gibi merhum üstazın hayatının her yönünden bir islam güzelliği yansırdı. Aile hayatından, ticari hayatından, sohbetlerinden, yolculuklarından ve ibadet hayatlarından.
İbadet alışkanlıklarının çok küçük yaşlarda başladığını kendi ifadeleri ile şöyle anlatırlardı: “Merhum pederim Ahmet Hamdi Topbaş efendi çok küçük yaşta olmamıza rağmen her zaman hiç ihmal etmeden bizleri sabah namazı için uyandırır, oğlum namaza kalk diye tatlı bir sesle namaza çağırırdı. Bazen kalkar, uyku sersemliği ile namaz kılmadan uyumak istediğimizde gelir şefkatle tekrar uyandırırdı. Bazen de bu uyanıp tekrar uyumak iki üç defa tekrar ederdi. Kendisi heybetli, sırasına göre sert meşrepli olduğu halde bu hususta öfkelenmez, hep aynı eda ile namaza kaldırırdı. Abdest aldırır, kendisi imam olur bizler de cemaat. İşte hakiki merhamet.”1
Küçük yaşlarda başlayan bu ibadet disiplini diğer İslâmî disiplinlerle beraber Musa Efendi -kuddise sirruh-‘da bir ömür boyu devam etmiştir. Uzun yıllar onun hizmetinde bulunan yakınları “hele şu namazımızı bir kılıverelim” cinsinden bir aceleciliğe asla şahit olmamışlardır. Zira namaz arada ifa edilecek bir borç değil, müslüman hayatının ana rükünlerinden biridir. Merhum üstaz İstanbul’da bulundukları zamanlarda namazları vaktinde, yanında bir kişi bile olsa onu kendisine imam edinerek tadil-i erkan ve adaba özellikle dikkat ederek cemaatla ve büyük bir huzur hali içinde ifa ederlerdi. Namaz bitince de bir şükür ifadesi olarak “Elhamdülillah” buyurur ve ibadet edebilmek güç ve kuvvetinin de kula ayrı bir ikram-ı ilahi olduğunu ihsas ederlerdi. Onun “Elhamdülillah” derken simalarında beliren huzur ve şükür hali gerçekten seyredilmeye değer ayrı bir güzellikti.
Yolculuklarında ise yol boyunca zamanı geldikçe hemen abdest tazelerler, nafile namazları da yine hiç aceleye getirmeden aynı huzur hali ve adab ile ifa ederlerdi. Onun kulluk programı hiç aksamaz ancak şartlara göre değişebilirdi. Ameliyatları sebebiyle kaldıkları hastahane gecelerinde refakatçilerine önce saati sorar, cevabını alınca “demek teheccüd vakti, sizler abdestinizi alın, ben de teyemmüm edeyim, teheccüdlerimizi kılalım, gece evradımızı ifa edelim” buyururlar, vakit kalırsa bazen de “hastahanede de olsak sohbetten mahrum kalmayalım” buyurarak bir veya iki manevi evladı ile usulüne uygun olarak manevi bir sohbeti sağlarlardı. Böylelikle acıların, garipliklerin, çaresizliklerin yaşandığı hastahane odaları bir an manevi bir şifahaneye dönüşürdü.
Merhum üstazın ibadet hayatında hem zahiri disiplin hem de dışarıya akseden huzur hali onu sevenlerin hep gıpta ile izledikleri ve ifade ettikleri bir güzellik olmuştur. Medine-i Münevvere’de muhacir olarak yaşamış merhum saatçi Osman Efendi kendilerine yazdıkları H. 21 Şevval 1380 / M. 1964 tarihli bir mektuplarında –ki bu mektubun yazıldığı tarihlerde Musa Efendi takriben 45-46 yaşlarındadır- o günkü genç Musa Efendi’deki manevi gelişme ve huzur hali ile ilgili tespitlerini şöyle ifade ederdi.
“Muhterem kardeşimiz Hacı Musa Bey.
................
Fikriniz insanlarla değil onların Hâlıkı ile meşguldür. Ne mutlu size. Sîmâ-ı mübarekiniz, o oturuşunuz, daimi huzurunuz hatırıma geldikçe gâibane gıpta ederim. Keşki bizde de ona benzer biraz hal ve tavır bulunsa diye temenni ederim. O hal Hak Teala’nın hususi bir fazlıdır. Her kula verilmez. Çok rica ederim bizi de duadan unutmayınız. Evet biz cismen buradayız fakat siz kalben bizden daha yakınsınız. İnşaallah evladınız da sâir âl-i Topbaş da o makam ile yaşarlar. İstenilen zikr-i kesir zikr-i daim odur. Hem fabrikada işleri idare eder hem de bir an gafletle nefes almaya razı olmaz. Ashab-ı Kiram ki her birinin makamını sonraki en büyük evliya yetişemez. Onlar da ya bahçede çalışır ya ticaretle meşgul olur ya kılıcı boynunda asker idiler. Lakin kalpleri açık Rablerine merbut Rasulullah’ın fedaileri, Allah’ın aslanları idiler. Onların her nefesleri bir kerametti. Mamafih zahirde fevkalade bir şey görülmez basit bir hayatla yaşarlardı. İşleri servetleri zikrullaha mâni olmazdı.
Cenabı hak feyzinizi müzdat nurunuzu daim kılsın. Kim bilir biz görmeyeli ne kadar terakki hasıl oldu. O meftun olduğumuz otuşurunuz acaba ne derecelerde değişti. Evvelce daima diz çökerek oturan o cismi latif belki de şimdi daha başkalaştı. Gören melek diye hükmedecek hale geldi. İnşaallah ömrümüz olursa görmekle müşerref oluruz. Beş altı sene evvel Hindistan’dan bir zat gelmişti, zannederim İstanbul’u da ziyaret etti. Hem alim, hem mücahid hem de son derece de sufi ve bir çok telif ettiği kitaplar yayılmış. El anda telif ile meşgul ismi Seyyid Hasan Nedevi.2
Bu zat Haremi şerifte namaz kılarken görenler kendisini asrı saadetten kalmış bir zatı şerif zannedecek derecede hayrette kalırlardı. Namazını bitirinceye kadar uzaktan seyretmekle mahzuz olurladı. Duruşu, huşuu belki de gaybubeti rükuları secdeleri insanı meftun ederdi. O da size söylediğim gibi bunca senedir kimbilir ne kadar terakki etmiştir. Bir daha nasip olupda görecek olsak bilemeyiz nasıl bulacağız. Hak yolunda çalışanları Cenabı Hak halden hale, makamdan makama terfi ede ede nâmütenahi derecata namzet eyler. O Hasan Nedevi ile ikiniz bir arada namaz kılsanız sizleri ancak simanızdan farkedebilirler yoksa huşu ile eda-i salatta Hacı Musa Topbaş da onun hemen hemen aynıdır. Bu münasebetle huşu hakkındaki “müminler felah buldu ki onlar namazlarında huşu sahibidirler.” Mealindeki ayeti kerimeye bir daha nazar kıldım. Namazlarında hâşî olan müminler saadete erişmiştirler diye tercüme edilirse de müminler necattadırlar müminler namazlarında hâşî olanlardır manası gözetilebilirse namaz ve huşu mümin olabilmenin şartı olur. Huşu namazın ruhudur. Huşûsuz namaz cansız cesed gibidir. Mü’min canlı namaz kılabilirse namazın dışındaki vakitlerini ve hallerini de tanzîm etmiş olur...”
Merhum üstaz kendini tanıyanların da ifade ettikleri bu hassasiyetlerin, terbiyesi ile meşgul oldukları manevi evlatlarında bulunmasını arzu ederler ve insanların “gönlünü Allah’a vererek” tam bir ihlas, istikamet ve hizmetle huzurlu bir hayat sürmelerini arzu ederlerdi. Allah dostlarının “ibadet insanı cennete götürür, ibadette tazim ve edebse insanı Hakk’a –Allah’a- yaklaştırır” buyurduklarını tekrar ederek, kula yakışan halin büyük bir mahviyet, tevazu ve kalp kırıklığı hali ile Cenab-ı Hakk’a kulluğa devam etmek olduğunu sık sık ifade buyururlardı.
İslami hayatın yaşatılması ve ibadet ve hizmet alışkanlıklarının kazandırılması hususunda anne babaların ihmal ve gevşekliklerine fazlasıyla üzülür o konuda da sık sık hatırlatmalarda bulunurlardı.
“Bu gün bir çok diyanet perver kimseler, kendileri namaz kıldıkları halde evlatlarına aman uyusun diye dünya merhameti gösteriyorlar. Bu ne garip merhamettir ki kendisi namaz kıldığı halde çocuğuna aynı ruhu veremiyor. Bunun neticesi olarak hem çocuğunun ebedi hayatını hüsrana uğratmış oluyor, hem de kendisinin. İki günlük dünya hayatı için gösterilen bu yersiz şefkatle evladını daimi hayata hazırlayamamak ne büyük bir gaflettir, ne affedilmez merhametsizliktir.
Zaman geliyor böyle ruhi bir telkinat alamayan, islami bilgi ve eğitim görmeyen çocuklar yetişkin delikanlı olduklarında Allah’a karşı olan ubudiyet vazifelerini ifa edemiyor ve ibadet hususunda ihmalci oluyorlar. Hatta bazılarının itikatları bile bozuk oluyor.
Bu hali gören ana baba üzülüyorlar ama iş işten geçmiş oluyor. Halbuki evvelce evlatlarına karşı ihmalci olmasalardı o delikanlı namazın ulviyetini takdir eder, vakitlerini secdesiz geçirmezdi.
İnsanoğlu! Çocuğu dünyaya getiren sensin, gökler ötesi alemleri yükseltmek de senin vazifendir. Onun cisminin sağlığına ehemmiyet verip üzerine titrediğin gibi kalbi ve ruhi hayatı için de titre, merhamet et, kurtar o biçareyi Allah için. Ve zelil olup gitmesine fırsat verme.3
Allahın kendilerine lütfettiği 83 yıllık bir hayatı ihlas, istikamet ve hizmetle, huzurlu bir kullukla, Rabbinin kendisine ikram ettiği her nimeti de bir mümin kardeşi ile paylaşma zevkiyle yaşayan bu Allah dostu son yıllarında ise artık namazlarını ayakta ifa edemiyor ve oturarak kılıyorlar, eskisi gibi hizmetlere de koşamıyorlardı. O halin de şükrü içinde olmakla birlikte yine de bazı hasretlerini ifade etmeden geçememişlerdi. Yakınları ile oturdukları bir günde onlara;
– Neyin hasretini çekiyorum biliyor musunuz? Diye sormuşlar ve hemen ilave etmişlerdi.
– Secdeyi çok özledim. Secde edebilmek ne kadar büyük bir nimet...
Bir başka gün ise;
– Rabbim biraz daha sıhhat ve ömür verse de Anadolumuzun köylerine kadar girip kardeşlerimize hizmet edebilsem.
İbadetten, hizmetten hiç yorulmayan, kendini müstağnî görmeyen bir kul...
Hasretleri âhirete bırakmayıp hayatta iken tıpkı onun gibi hep secdelerin, huşuların, hizmetlerin, infakların, tebessümün kısaca ihsan kıvamında bir kulluğun özlemi içinde yaşayabilmek. Belki de Musa Efendi’nin engin gönül dünyasından gönüllerimize ve hayatımıza aksedecek en önemli güzellik.
Vefatlarının sekizinci yıldönümünde o büyük Allah dostunu tekrar hayırlarla ve rahmetle yâd ediyoruz. Ruhu şâd olsun.
Muazzez ruhları için bir Fatiha üç İhlas...
Dipnotlar: 1) Altınoluk Sohbetleri 2, Sayfa 132 2) Ebu’l Hasen Nedevî bir kaç sene evvel Hindistan’da vefat etmiş ve Kadir Gecesi’nde, Teravih arası Mekke ve Medine haremlerinde gıyabında cenaze namazı kılınmıştır.
3) Altınoluk Sohbetleri 2 Sayfa 133
YORUMLAR