Ramazan, bir takvâ mektebi; bayram ise onun mânevî bir şehâdetnâmesidir.
Ramazan, bir takvâ mektebi; bayram ise onun mânevî bir şehâdetnâmesidir.
Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere, Ramazân-ı Şerîf’in başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise Cehennem azâbından kurtuluştur.1 Dolayısıyla hakîkî bayram da, Ramazân-ı Şerîf’i lâyıkıyla ihyâ ederek, ondan ilâhî af berâtını almış olarak çıkabilen mü’minlerin nasîbidir.
Gerçek bayram saâdetine kavuşabilmek için, tıpkı Ramazân-ı Şerîf gibi, bayramı da ciddî bir kulluk şuuru içinde karşılayıp lâyıkıyla idrâk ve ihyâ etmek gerekir.
İnfak ve Diğergâmlık Bayramı
Asr-ı saâdette bayrama; infak, ikram ve sadakalarla hazırlanılır; bayram, Allah için yapılan fedâkârlıklar ile karşılanırdı.
Allah Rasûlü’nün 14 asır sonraki talebeleri olan bizler de bugün düşünmeliyiz ki, toplumumuzdaki gâfilleri uyandıracak, garipleri ve muzdaripleri ihyâ edip gönüllerini sürûra gark edecek, insanlığı İslâm’ın güler yüzüyle tebessüm ettirecek hakîkî bayram, bizden hangi gayret, hizmet ve fedakârlıkları bekliyor?
Bu bayram, Dünya’nın farklı coğrafyalarındaki mazlum ve mağdur din kardeşlerimizle nasıl bayramlaşmalıyız? Onlara gidecek bayram tebriğimiz ne olmalı? Kanadı kırık bir kuş gibi ıztırap içinde çırpınan mazlumlara, gözü yaşlı yetimlere, çâresizliğin buhranı altında ezilen muhtaç gönüllere, kalbî duâlarımız ve fiilî yardımlarımız ne kadar ulaşabilecek?
Bizler bu bayram, vatanımıza ilticâ eden Suriyeli kardeşlerimizle nasıl bayramlaşacağız? Onların mahzun yüreklerine de bir bayram sevinci tattırabilecek miyiz?..
Zira gerçek bayram saâdetinin seyredileceği en berrak ayna, tebessümü unutmuş çâresizlerin, yeniden ümitle ışıldayan gözleri ve bayram ettirilen kırık gönülleridir.
Dolayısıyla, bu bayramda ve sonrasında, bizlere zimmetli olan muhtaç din kardeşlerimizin dertlerine ortak olarak, kardeşliğimizi devam ettirelim ki, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, Arş-ı Âlâ’nın altında gölgelenecek yedi sınıf mü’minden birine dâhil olabilelim…
Unutmayalım ki bu dünyada zayıf güçlüye, hasta sağlama, fakir zengine muhtaçtır. Lâkin âhirette, güçlü zayıfın, sağlam hastanın, zengin fakirin hayır duâsına muhtaçtır.
Bir hadîs-i kudsîde şöyle buyrulmaktadır:
“Allah Teâlâ kıyâmet günü;
“–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyaret etmedin.” buyurur.
Âdemoğlu:
“–Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyaret edebilirdim?” der.
Allah Teâlâ:
“–Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?” buyurur. (Allah Teâlâ yine:)
“–Ey Âdemoğlu, Ben’i doyurmanı istedim, doyurmadın.” buyurur.
Âdemoğlu:
“–Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl doyurabilirdim?” der.
Allah Teâlâ:
“–Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini Ben’im katımda mutlaka bulacaktın. Bunu bilmez misin?” buyurur. (Yine Cenâb-ı Hak:)
“–Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, vermedin.” buyurur.
Âdemoğlu:
“–Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim?” der.
Allah Teâlâ:
“–Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun, bunu bilmez misin?” buyurur.” (Müslim, Birr, 43)
Dolayısıyla gerçek bayram; garip, kimsesiz, aç, susuz, hasta ve bîçâreleri sevindirerek onların gönüllerinden yükselen hayır duâlarıyla “En Yüce Dost”un huzûruna çıkabilmek ve “Dost ile bayram kılabilmek”tir.
Gerçek bir mü’min, yalnız kendi evini aydınlatan bir kandil değil; dünyası kararmış muzdariplerin başını cömert ziyâsıyla okşayan, ruhları üşümüş garipleri kucaklayıp ısıtan bir şefkat ve merhamet güneşidir. Yeryüzünde üşüyen biri varsa, kendini ısınma hakkına sahip görmeyen Hazret-i Mevlânâ gönüllü bir diğergâmlık âbidesidir. “Güneşte gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek olmayı” kendine vazife bilen İsmail Atâ Hazretleri gibi, bir fazîlet timsâlidir.
Bayramlar; Tatil Değil,
İctimâî İbadet Günleridir!
Bayramlar, belli bir kesimin şımarıkça yaşadığı, israf çılgınlıkları ile dolu bir tatil, eğlence, zevk u safâ ve rehâvete dalma günleri değildir. Bilâkis bayramlar;
Sıla-i rahimde bulunmak,
Geçmişlerin ruhlarını hayırlarla şâd etmek,
Dargınlık ve kırgınlıkları ortadan kaldırmak,
Din kardeşleriyle kaynaşmak gibi, nice ictimâî ibadetin îfâ edildiği, müşterek sevinç günleridir.
Nitekim tek başımıza bir bayram namazı kılamayız, kendi kendimizle bayramlaşamayız. Bayram; bencillikten kurtulup ictimâîleşmedir.
Bayramlar, rûhânî bir sürûr içinde, bir ibadet vecdi ile yaşanmalıdır. Nitekim bayram gün ve gecelerinde yapılan hamd, şükür, zikir, tesbîh, tekbîr ile ferdî ve ictimâî kulluk tezâhürlerine, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ mükâfatları vardır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevâbını Allah’tan umarak ibadetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalplerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68)
İlâhî Af Bayramı
Hak âşıkları nazarında esas bayram; selîm bir kalp, müsterih bir vicdan ve yüz aklığıyla Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna varıldığında tadılacak olan bayramdır. Nitekim Behlül Dânâ Hazretleri buyurur:
“Bayram, güzel ve yeni elbiseler giyenler için değil, ilâhî azaptan emîn olup ebedî hüsrandan kurtuluşa erenler içindir. Yine bayram, güzel güzel binitlere binenler için de değil, hatâ ve kusurlarını terk ederek hâlis bir kul hâline gelebilenler içindir...”
Hak dostlarından Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de şöyle bir kıssa nakleder:
Bir adam, bayram günü Hazret-i Ali (r.a.)’ın yanına gider. O sırada Hazret-i Ali (r.a.) kuru ekmek yemektedir. Ona:
“–Bugün bayram olduğu hâlde, sen kuru ekmek mi yiyorsun!?” der. Hazret-i Ali (r.a.) şu ibretli cevabı verir:
“–Bayram o kimse içindir ki; orucu makbul olmuş, gayretleri takdir görmüş, günahları da bağışlanmıştır. Bugün bize bayramdır, yarın bize bayramdır, Allâh’a âsi olmadığımız her gün bize bayramdır.”
Velhâsıl esas bayram, Cenâb-ı Hakk’ın bizden râzı olmasıdır.
Uhrevî Bayramlar
Dünyada Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği Ramazan ve Kurban bayramlarımız var. Lâkin bunları lâyıkıyla ihyâ eden sâlih kullara, esas hayat olan âhirette ebedî bayramlar var:
Ramazan rûhâniyetiyle yaşanan bir hayatın neticesinde, îman selâmetiyle verilen bir “son nefes” bayramı var.
Îman edip istikâmet üzere yaşayanlara; son nefeste, kabirde ve kıyamette meleklerin getirdiği;
“…Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan Cennet’le sevinin!” (Fussilet, 30) müjdesine mazhar olma bayramı var.
Kabrin Cennet bahçelerinden bir bahçe olduğunu müşâhede bayramı var.
Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in şefaatine nâiliyet bayramı var.
Amel defterini sağından alma bayramı var.
Sırat köprüsünü geçerek Cehennem’den âzâd olma bayramı var.
Sonsuz merhamet sahibi Rabbin selâmına mazhar olarak Cennet’e davet edilme bayramı var.
Ve en büyük bayram olan; Cenâb-ı Hakk’ın ebedî rızâsına nâil olmuş hâlde Cemâlullâh’ı temâşâ bayramı var.
Velhâsıl dünya hayatımızdaki bayramları, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına vesîle olacak keyfiyette, takvâ üzere yaşamaya gayret edelim ki onlar, bizleri ebedî bayramlara ulaştıracak birer köprü vazifesi görsünler.
Bayram Sonrası
Muallâ bin Fadl (r.aleyh) şöyle der:
“Selef-i sâlihîn, Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazan’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan zamanda da, idrâk ettikleri Ramazan’ı kabûl buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)
Unutmayalım ki Ramazân-ı Şerîf’teki ibadetlerimizin kabûlünün delîli; Ramazan’dan sonraki hâl ve istikâmetimizdir. Yani Ramazân-ı Şerîf’te girilen yoğun ibadet iklîmi ve erişilen müstesnâ kulluk kıvâmı, ekilen bir tohum gibidir. Bu tohumun tutup tutmadığı, yılın diğer aylarında filizlenerek, yapraklanıp çiçeklenerek meyve vermesi ile kendini gösterecektir.
Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân (r.aleyh) buyurur:
“Ramazân-ı Şerîf, zikirle uyanık olarak geçirilirse, senenin kalan kısmında da bu güzel hâl devam eder. Eğer bu ayda bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene boyunca görülür.”
Demek ki Ramazan’da kazandığımız güzel hasletleri ve kalbî olgunluğu, Ramazan’dan sonra ne kadar devam ettirebildiğimiz, o ibadetlerimizin Hak katındaki makbûliyet seviyesinin de bir göstergesidir.
Yine Ramazan’dan gerçek mânâda istifadenin delîli; Ramazan’dan sonraki hâlimizin, Ramazan öncesine göre, rızâ-yı ilâhîye daha muvâfık olmasıdır.
Bu itibarla, Ramazan ayında kazandığımız mânevî kıymetleri Ramazan’dan sonra da kaybetmeyelim:
Sıhhat ve şartlarımız elverdiği takdirde, kamerî ayların on üç, on dört, on beşinci günleriyle, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutarak, bu ibadetin gönül feyzinden gücümüz nisbetinde istifadeye devam edelim.
Orucun telkin ettiği merhamet, şefkat, diğergâmlık, cömertlik ve fedakârlığı, hiçbir zaman silinmeyecek şekilde şahsiyetimize nakşedelim.
Sahur alışkanlığını, ömürlük bir seher ve teheccüd disiplinine dönüştürelim.
Okuduğumuz mukâbeleleri, hatimleri, Kur’ân ile ünsiyeti, her günümüze teşmil etmeye gayret gösterelim.
Nitekim ashâb-ı kirâmın Kur’ân’a duydukları muhabbet, öylesine müstesnâ idi ki, onlar Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân-ı Kerîm ile başlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi.2
Hazret-i Osman (r.a.), her sabah kalktığında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişti.
“Üzerimden, Allâh’ın kitabını açıp okumadığım bir gün ya da bir gecenin geçmesini istemiyorum.”3 buyuran Hazret-i Osman (r.a.), çok okumaktan dolayı iki Mushaf eskitmişti.
Bizler de bilhassa okullarda derslerin bitip câmi ve yaz kurslarında Kur’ân eğitiminin başlayacağı şu günlerde Kur’ân’a hizmeti, en büyük nîmet bilmeliyiz. Evlâtlarımızı bu mânevî eğitime göndermekle yetinmeyip Kur’ân hizmetlerine de cân u gönülden destek olmalıyız. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:
“Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)
Kur’ân-ı Kerîm müesseselerine hizmet etmek o kadar mühimdir ki, bu zamanda artık neredeyse bir farz-ı kifâye olmaktan çıkarak farz-ı ayn hâline gelmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, Mekke’deki o zor zamanlarda bile Kur’ân mektebi olan Dâru’l-Erkam’ı kurmuş, Medîne-i Münevvere’ye teşriflerinde de yine bir Kur’ân mektebi olan Suffe’yi inşâ etmişlerdi. En zor zamanlarında, hattâ açlıktan karnına taş bağlayıp iki büklüm hâldeyken bile, Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân tâliminde bulunmaktan geri kalmamışlardı.
«Ó‰ÚÂÓ—Ú¡Ô ÂÓŸÓ ÂÓÊÚ «ÓÕÓ»ÒÓ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”4 hadîs-i şerîfi muktezâsınca, bizler de Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in bu Kur’ân eğitimi hassâsiyetini, gücümüz nisbetinde yaşayıp yaşatmaya gayret etmeliyiz. Zira O’nun bu hizmetine sahip çıkmak, destek olmak ve gönül vermek; âhirette Efendimiz’le beraber olabilmenin en büyük fırsatlarından biridir.
Şunu da asla unutmayalım ki ilâhî rahmet, her zaman tecellî hâlindedir. Ömrün her ânı, rızâ-yı ilâhîyi tahsil fırsatıdır. Mühim olan, her hâlükârda ilâhî rahmete ulaştıracak vesîlelerin arayışı içinde bulunabilmektir. Bunun için; “Her geçeni Hızır, her geceni Kadir bil!” düstûruyla, bütün ömrü feyizli bir Ramazan iklîmine dönüştürmeye gayret göstermek îcâb eder.
Müfessir Fahreddin er-Râzî, her hâlükârda yüksek bir kulluk vecdi içinde bulunmanın lüzûmunu şöyle îzah etmiştir:
“Hak Teâlâ, rızâsının hangi ibadette olduğunu gizlemiştir ki bütün ibadetlere rağbet edilsin.
Gazabının hangi isyanda olduğunu gizlemiştir ki bütün günahlardan kaçınılsın.
İnsanlar arasında dostlarını gizlemiştir ki bütün insanlara hürmet gösterilsin.
Duâlar arasında kabul ettiği duâyı gizlemiştir ki bütün duâlara îtibâr edilsin.
İsimleri arasında ism-i âzamını gizlemiştir ki bütün isimlerine tâzîm edilsin…”
Dolayısıyla Ramazân-ı Şerîf gibi mübârek gün ve geceleri ihyâ edip diğer günlerde imkân varken ihmâlkâr davranmak, büyük bir ziyanlıktır. Zira müslümanlık, belli zamanlara has bir merasim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır. İbadetler; belli zamanlar içinde yapılıp bitirilir; lâkin ubûdiyet, yani kulluk dâimîdir.
Demek ki Ramazân-ı Şerîf'ten sonra ibadet hayatımız husûsunda rehâvete kapılmamak, o ayda kazanılan güzel hasletleri ve mânevî hâtıraları unutmamak, hâlisâne niyet ve amelleri terk etmemek ve böylece Ramazan’ın rûhâniyetini muhafaza ederek bir dahaki Ramazan’a aynı gönül feyziyle ulaşabilmek îcâb eder. Bu şekilde bütün bir ömrü, Ramazan rûhâniyeti içinde geçirmek gerekir.
Merhum pederim Mûsâ Efendi (r.aleyh) şu nasihatte bulunurdu:
“Evlâdım, mutlakâ riyâzat hâlinde (iktisâda riâyet ederek) yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara ve Ramazan’a mahsus olmasın! Onu, hayatınızın her safhasına yayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin!
Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe veya Topkapı Sarayı’nda bile yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya (israf ve cimrilikten sakınmaya) mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın.
Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infâk edilmeyen nîmetler, ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nîmetler de hesâbı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”
Velhâsıl, düşünmek gerekir ki sayılı günlerden ibâret olan dünya hayatı, ne kadar uzun görünse de, yine sayılı günlerden ibâret olan Ramazân-ı Şerîf gibi, gâyet kısa bir zamandır. Bu sebeple nasıl ki Ramazan ayını mânevî kazanç için bir fırsat mevsimi olarak görüp gayretimizi artırıyorsak, bütün bir ömrü de aynı feyz ve rûhâniyetle, kalbî teyakkuz içinde ihyâ edebilmek elzemdir.
Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîf’in feyz ve rûhâniyetini hiçbir zaman üzerimizden eksik etmesin. Ömrümüzü dâimî bir Ramazan vecdiyle yaşayıp son nefesle ebedî bayrama erişebilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan ve ikram eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Ali el-Müttakî, VIII, 477/23714. 2) Bkz. Heysemî, VII, 165. 3) Kenz, I, 225. 4) Buhârî, Edeb, 96.
YORUMLAR