Altınoluk: Efendim önce merhum üstadımıza yakınlığınızdan yola çıkarak sohbeti başlatalım istiyoruz. Sizin için hakikaten ilginizin, yakınlığınızın, beraberliğinizin çok farklı boyutları var. O alakalar nelerdi, oradan başlayalım isterseniz. Bir abi kardeş safhasını anlatsanız. Orada da biz farklı güzellikler olduğunu düşünüyoruz. Çocukluk, delikanlılık çağından başlayalım isterseniz ve ilk soru olarak "Musa Efendi hazretleriyle ilginiz nedir?" diye soralım.
MUSA ABİM BABAM GİBİYDİ
Abidin Topbaş: Hepiniz biliyorsunuz, merhum üstadımızla baba bir, anne farklı kardeş olarak doğduk. Ama ben kendimi bildim bileli, baba gibi bilmişimdir Musa efendimizi. Çünkü babam ben üç yaşında iken vefat etmiş ve bizim evde, Musa abimle beraber yaşamasak bile, ev reisi konumunda olan kişi Musa abimdi. Bu maddeten ve manen böyleydi. Bu, yıllar boyunca böyle devam etti. Musa abim her gün mutlaka bizim eve bir uğrardı. Bizim eve uğramadığı bir günü hiç hatırlamam. Yani düşünün, üç yaşındasınız, beş yaşına geldiniz, on yaşına geldiniz bu hâlâ böyle... Akşamleyin abiniz gelecek bunu biliyorsunuz... Doğrusu merhum yengem de bu konuda her zaman destek verirdi. Sonra Osman Topbaş Bey ile çocuklukta beraber büyüdük. Ben daha hırçın bir çocuktum. Aramızda çocuk kavgası olurdu. Şimdi düşünüyorum da yüzde seksen, doksan ben suçlu olmama rağmen, beni suçlamazlardı. Hatta yengem, “Bu, bunun damarına basıyor, ondan oluyor.” derdi, güler geçerdi. Öyle bir hayattı.
Bizim çocukluğumuzda bize her gün babalık ettiği gibi, Osman Topbaş Bey ile beni hiç ayırt etmezdi. İkimize aynı alınır, aynı yedirilir, aynı giydirilirdi. Hatta bazen fotoğraf çektirmeye gittiğimizde, yaşlarımız da yakın olduğu için, bizi ikiz zannederlerdi.
HERŞEYE ÂŞIK BİR İNSANDI
Sonra Musa abim gerçekten o dönemde de bizim için çok özel bir insandı. Her şeye âşık gibiydi. Yani güzelliklere, sanata, hat sanatına, Türk musikisine, güzel manzaralara âşıktı. Hatta bir gün Hattat Hâmid Bey'e bizi sınamak için götürdü. Herhalde Hattat Hâmid Bey “Bunlardan bir şey çıkmaz” mı dedi, ne dedi bilmiyoruz ama bir kaç ders sonra üstümüze gelmediler.
Sonra bizler okulda fena okumuyorduk. İlkokul bittikten sonra hangi okula gidecekler meselesi ortaya çıktı. Galatasaray'a mı, Saint Josef'e mi gitsinler diye konuşuluyor. O dönemde İmam Hatip Lisesinin adı var kendisi yok. Yıl 1952. İmam Hatip'i gündeme gelince, Afif Bey ve Osman Bey ile beni İmam Hatib'e gitsinler diye karar verdiler. "Her şeyden evvel dinlerini, diyanetlerini öğrensinler." diye düşünüyorlardı. Bizi Musa abim İmam-Hatib'e götürdü ve İmam-Hatip hayatımız başladı.
Musa abimin ileri derecede Fransızcası vardı. Çocukluğumuzda bizim Fransızca hocalığımızı yapardı. Afif Topbaş, Osman Topbaş Bey ve bana özel Fransızca dersi verirdi. Hakikaten ondan aldığımız bir haftalık derslerle okul bitene kadar son derece yüksek seviyede Fransızca notları alırdık. Bizdeki eğitim seviyesinin düşüklüğünü de göz önüne alırsak bu zor olmazdı. O Fransızcayla da mezun olduk. Fransızcayı bilmesine rağmen hayatı boyunca Fransızcayı bildiğini ihsas bile etmemiştir. İhsas etmezdi, kullanmazdı da. Fakat Kenya'da Nayrobi'de otururken bir Kur'an-ı Kerim gösterdiler. Kur'an-ı Kerim'in İngilizce ve Fransızca tercümeleri vardı. Bizim Arapçasından ve İngilizcesinden anlayamadığımızın çok daha fazlasını bize Fransızcasından anlatmıştı ve bize "Bakın böyle böyle yazıyor." diye okumuştu. Yani ileri derecede Fransızcası vardı ve zannederim gençliğinde bir de kitap tercüme etmişti.
İmam Hatip bittikten sonra işe atıldık ve yirmi yaşında evlendik. Askerlik daha yoktu o günlerde. Biz evlendik, on beş gün sonra bizim tayin, öğretmen olarak Siirt'e çıktı. Osman Bey ile Siirt'e gittik ve Tillo'ya yerleştik. Musa abim “Siz gidin, kayınvalideyi, hanımı ben getiririm.” dedi. Musa abim, yengemle birlikte bizim aileyi getirdiler. Kurtalan'da onları karşıladık. O günler, tam 27 Mayıs İhtilali’nden sonraki günlerdi. Yassıada mahkemesinin yapıldığı dönemdi. Musa abim o zaman onları radyodan takip ederdi. Oraya geldi, bizleri yerleştirdi. Yani hayatımızın her safhasında, bugün hiçbir babanın evladına yapamayacağı şekilde davrandı bana. Bunun yanında, bizi çok çabuk mesuliyetin altına koydu. Yani abimin yanında ben kendimi daha çabuk büyümüş hissettim. On dokuz-yirmi yaşındayken, kız istemeye giderken veyahut müsbet veya menfi bütün sosyal meselelerde beni yanında taşır, teşvik ederdi. Biz de kendimizi çok çabuk amcalaşmış, büyümüş hissettik.
TOPLAM HAYAT İNSİCAMI
Altınoluk: Efendim, mürşid vesaire kavramları zaman zaman tartışma konusu da oluyor. Merhum üstadımızın çizdiği portre, biraz da sizin bakışlarınızla, nasıldı? Mesela şöyle farklılıkları vardı diye ifade edebileceğiniz yönleri nelerdi? Bir de belki, böyle olsa mürşidler çok daha İslam’ın aradığı insan tipi ortaya çıkar dediğiniz özellikler nelerdi?
A. Topbaş:Belki bu soruya cevap vermekte zorlanacağım. Bazen çevrede görüyorum, mürşidi, her şeyi bilen, hatta Allah'ın ilmi bile kendisine tamamen her şeyiyle bildirilmiş, herkesten çok farklı, kesinlikle hiç bir fâninin ulaşamayacağı, zelle dahi üzerine konamayacak gibi görüşler de oluyor. Musa abimin hayatındaki hiç bir mesele erişilmez değildi. Fakat Musa abimin toplam hayat insicamına, ben başka bir insanın erişebildiğini görmedim. Mesela biraz önce bahsettiğim o kedilere ciğer ikram etmesine yetişirken, bir hastayı ihmal edersiniz, onu yapayım derken birisini kırarsınız. Hasta olduğu o en zor dönemde bile kibarlığı üst seviyedeydi. Hatta son diyaliz esnasında çok zorlanmıştı. Kırığı-çıkığı da vardı. “Beni aşağıya, kendi odama götürün.” demiş. Doktorlar yukarda kalsın istiyorlar, bu yüzden kimse götürmemiş. Tam o sırada içeri soktular beni. Musa abimin yüzü asılmış belli. “Rica ederim Hacı Abidin, beni yerime götürün.” dedi. “Emredersiniz efendim.” dedim. Sitemi bile böyle rica içindeydi. Sonra onu hazırlayıp götürdüğümüzde yol boyu gözleri doldu. Yatağına yatırdığımızda “Allah razı olsun kardeşim.” dedi. Çok keyiflendi. Yani Musa abimin erişilmezliği çok farklıydı.
Bir de şöyle bakıyorum Musa abimin hayatına. Peygamberlere bile vaki olan en zor emir, Peygamberimizin “Beni ihtiyarlattı.” dediği, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” Bu çok basit gibi geliyor insana. Oysa dünyanın en zor şeyi. Peygamberleri dahi ihtiyarlatan bir emir. Musa abimin hayatı “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” prensiplerine, şablonuna uygundu.
Zaten üstadımız tasavvufu da anlatırken bu kavramlarla anlatırdı. İstikamet, sevgi ve şefkat. Bu yolu anlatırken koyduğu başlık buydu. İstikamet en başta, sonra sevgi ve şefkat.
Sonra insanı farklı bir tedavi ediş şekli vardı. Oğlum Yusuf'un vefatından sonra, biz ve aile biraz zorlandık. “Ben sizin eve kalmağa geleceğim.” dedi. Ondan sonra kalktılar bizim eve geldiler. Hakikaten biz burada Musa abimi ağırlarken, kendisiyle sohbet ederken, günlerimizi paylaşırken, bizim üzerimizdeki yükün, üzüntünün, sıkıntının mühim kısmını aldı. Bir müddet kaldıktan sonra bizi bir de Medine'ye yolladı. Medine'ye gittik geldik, büyük oranda bir tedavi olmuş olduk.
Anadolu’yu, Anadolu insanını çok severdi. Oralara gittiği zaman çok ferahlardı. O gezileri de çok düzenli olurdu. Gittiği yerin yeşilliğiyle, hayvanatıyla ve hepsinin üstünde oranın insanıyla bütünleşirdi. Gündeminde hepsi olurdu. Yani şurada bir odada, otuz kişiyle, üç yüz kişiyle bir sohbet yaptık değildi. Mutlaka gittiği yerde güzel fonlar olurdu.
Hayatı boyunca bizlere hayatın nasıl yaşandığını, nasıl yaşanması gerektiğini tarif ediyordu. Hakikaten bizler de bunu uygulayabildiğimiz kadar mutlu olduk. Ama tabi çok azını yapabildik. Çünkü yakınları olarak bizler çok yakınında olduğumuz için gözümüz kamaşmıştı. Gözümüz kamaştığı için daha fazlasını doğrusu ben algılayamadım.
ALLAH'A SEVGİYLE BAĞLIYDI
Sonra altmışlı yıllarda kendisi Mahmud Sami Efendi'den babamızdan ders aldı. İntisap ettikten sonra, hayatı ve aşkı tamamen oraya kanalize oldu. Fakat diğerlerini de beraber götürerek. Öbür aşkları bitmeden, oraya taşıyarak, o koordinatların içinde yer aldı. Gene güzellikleri severdi, gene hattı severdi... Kısaca formüle edeceksek, Musa abimin en büyük düsturu “Halika tazim ve ibadet ve mahlûkatına şefkat” idi. Ve Allah Teâlâ'ya korkudan ziyade sevgi ağırlığıyla teslim olurdu. “Allah'ımız bizlere şunları, şunları vermiş” diye bize anlatırken gözleri gülerdi. Gözleri bir şeyler söylerdi, bütün vücuduyla söylerdi. O aşkı karşı tarafa da yayardı. Hatta dünyevi güzellikler Allah’ı hatırlatsa bile, zaman zaman onun kendisine perde olduğunu hissederdi. Ama o güzelliklere gene de bakardı.
Altınoluk: Bu aşk konusunun altını çizdiniz. Üstadımızla ilgili değerlendirme yapılırken ilk defa aşk konusunun altının çizildiğini görüyoruz. Peki aile hayatında da öyle miydi?
A. Topbaş:Oralarda da öyleydi. Hele merhum yengemin felç olduğu dönemde bile, bir erkek hanıma aşkla ne verebilir, Musa abim hanımına onu veriyordu. Mesela bazen, konuşamadığı için, yengemin ne istediğini bilmez. Hepsinin birden getirilip, en güzel bir şekilde ikram edilmesini isterdi. Yani en sağlıklı bir insana, en sağlıklı bir âşıkına verir gibi verilmesini isterdi. Bakış tarzı oydu.
Altınoluk: Bu nokta dikkat çekici bir konu bir müslümanın hayatında aşk derinliği ayrı birşey gibi geliyor. Sizin altını çizmeniz bizleri çok etkiledi.
MAHLUKAT SEVGİSİ GERÇEK SEVGİYDİ
A. Topbaş:“Halika ibadet, mahlukatına şefkat” dedim ya, bunlarda gerçekten büyük bir sevgi üzerineydi. “Mahlukatına sevgi duyuyorum, haydi şunu veriver, şu kediyi sevdim” şeklinde değildi. Onlarla yaşar, onlarla bütünleşirdi. Musa abim sağlıklı olduğu dönemde, kendisi gider kasaptan ciğer alır, kendisi doğrar, kendisi verirdi. Kedilere isim takmıştı. İsimleriyle tek tek çağırır, onlara elleriyle yedirirdi. Son zamanlarında bunu yapamadığı zaman etrafındakilere, yardımcılarına bunu yaptırırdı. Ama kedilere bakış tarzı da buydu, köpeğe bakış tarzı da buydu. Hele hele insanlara bakış tarzı bunların çok ötesinde birşeydi. Çok farklıydı.
İRŞADA YAKININDAN BAŞLARDI
Sevgi ve irşadın yakından başlaması görüşündeydi. Mesela bizim Afrika gezimizde şöyle bir olay olmuştu. Orada dolaşıyoruz, güzel yerler, güzel müslümanlar da var. Bahçelerde çalışan zenci hizmetçiler var. Bu ne kadar alıyor diye soruyorlardı. “Elli dolar alıyorlar. Ayrıca elli dolar da kilise veriyor.” dediler. Oradaki insanlar bunu tabii görüyorlardı. Bize şunu teklif ettiler: “Amerikaya gidelim. Tebliğde bulunalım. İrşad edelim.” dediler. Ben tercüme ettim, birincide Musa abim birşey söylemedi. Acaba anlaşılamadı mı diye tekrar bir kere daha söylediler. Bunun üzerine “İnsan en başta kendi çevresinden başlaması lazımdır.” dediler. Önce kendisi, hanımı, çocukları ve en mühimi yakınlarından başlamalıdır... Amerika'ya gitmeye gerek yok. İşte yakınınızda bu kadar insan var. Buradan başlayın' diye yol gösterdi. Gerçekten de orada tebliğ yapmak çok kolaydı. İnsanlar buna hazırdı. Çünkü, zenci-beyaz ayrımı hayatın her safhasındaydı. Beyazlarla zencilerin kiliseleri bile ayrıydı. Beyazların kilisesine zencileri almıyorlardı ve kilise sizin insanlarınıza para takviyesinde bulunuyordu. Bunun görülmesi gerektiğini ima ediyorlardı.
Bu bakımdan şimdi Muhterem Osman Topbaş Bey'i görünce, Musa abimin en büyük tesirinin oğulları üzerinde olduğunu görüyorum. Ondan sonra yakın çevresine olduğunu görüyorum. Bizim ailede bazı insanlar, asrın yeni meseleleriyle raydan çıkmak üzereyken bayağı bir tesir etti, tuttu. Eşini dostunu yakaladı yol gösterdi.
İHVAN AŞKI BAŞKAYDI
Bunların yanında ihvana, yani din kardeşlerine bakış tarzı da çok başkaydı. Mesela ablamdan ve benden bahsederken, “Siz kan kardeşimizsiniz ama öbür kardeşlerimizle müsavisiniz, bir farkınız yok.” derdi. Hatta “Onlar daha üstün' derdi. Sohbetlere gitti mi, o sohbette bulunanların aşkıyla büyük bir sevinç içinde dönerdi. Ve döndükten sonra kendisine büyük bir şevk gelirdi. Sohbete gitmeden önce kendimi şöyle hasta hissediyordum. Kardeşlerle bütünleşip, sevdikten, muhabbet kaynaşmasından sonra kendimi çok daha iyi hissediyorum.” derdi.
Altınoluk: Meselâ, yeni yetişen nesillerin modern dış şartların etkisiyle savrulduğu bir zamanda "aile büyüğü" olarak en azından kendi aile efradına karşı hangi hususlarda titizlik gösterirdi?
A. Topbaş:Sizler de benim kadar iyi biliyorsunuz ki, mesela küçük çocuklar için hemen bir okul oluşturdu. Uzunca bir zamandır devam ediyor. Yeni yetişen nesle Allah sevgisini aşılamak için uğraşırdı. Aman cehennemlik falan olursunuz diye söylemezdi. “Allah bunca nimetler vermiş, her şeyimizi O'na borçluyuz.” derdi. Kendisi bunu yaşar, buna inanır, bunu aksettirmeye çalışırdı çocuklara.
Altınoluk: Merhum Ayhan Songar Hoca akranlarından biri vefat ettiği zaman “yetim-i akran olduk” derdi. Merhum üstadımızla yakınlığınız içinde onun vefatı sizi nasıl etkiledi? Hangi hisleri uyandırdı?
A. Topbaş: Doğrusu ben kendimi birden çocuk gibi hissettim ve babasını kaybetmiş çocuk hissine kapıldım. Ben altmış yaşımdan, altı yaşına indim birden. Abim hayattayken onun verdiği enerji yaşatıyordu bizleri. Onun vefatıyla birden sıradan insan oluverdim. Birden sanki yalnız kaldım, çocuk gibi kaldım.
Hakikaten son zamanlarda abimle akranlığımız da olmuştu. Bazen böyle değişik fikirleri çok rahatlıkla Musa abime söylerdim. Mesela herkesin söylemediği, İranlılara, Caferilere atıp tutarken, “Aslında şu da var, bu da var. Aslında bunların meselesi siyasi meseledir.” diye görüş bildirdiğimde dinlerdi. Tasdik ettiği de olurdu. Mesela ayrılıklarla ilgili Mahmud Sami Efendi hazretlerinin Şam'da yaşadığı bir hadiseyi anlatırdı. Şam'da dolaşırken İranlıların, ehli beyte biraz farklı muhabbetlerini görüyorlar. Etrafındaki arkadaşlarından bazıları “Bunlar ne yapıyor? Bunlar sapkın” falan deyince, Sami Efendi’nin “Onlar Rasulullah’a sevgilerinden böyle yapıyorlar.” diye tolere ettiğini anlatırdı.
Altınoluk: Efendim ağabey-kardeş ilişkileri içerisinde bir hukuk doğuyor. Fakat ileri zamanlarda efendi hazretleri manevi görevler üstleniyor. Tabii bu, ilişkilerde farklı bir statüdür. Kan bağı, daha manevi bir bağa dönüşüyor. O dönemlerdeki münasebetleriniz, ilişkileriniz nasıldı?
A. Topbaş:1972-73'e kadar Musa abimle, bizim ilişkilerimiz söylediğim bu minval üzere geçti. Fakat Musa abim Mahmud Sami Efendiye intisabından sonra onun çok etkisi altında kaldı. Musa abimin ona sevgisi ve Musa abimin ondan sonra herkese karşı değişikliği de bizi çok etkiledi. Musa abimin diğer güzelliklerden ziyade, mürşidine teksif olduğunu hissetmeye başladık. Buna rağmen yakınlarıyla ilgi ve alakasını hiç kesmedi. Bu bakımdan Musa abim çok vefalı bir insandı. Mesela eski hocasının hanımı Fatma Hanım teyzelere gider gönüllerini alırdı. Ailenin her ferdine veyahut bir şekilde bir münasebeti olan bir kimseyi kesinlikle unutmazdı. Mesela mahdumu Osman Beyin çocukluğunda olduğu ameliyatta yardımcı olan hemşireyi, İstanbul kazan biz kepçe arattırdı. Hakikaten o hadiseden elli sene sonra da olsa o hemşire bulundu. Bu bakımdan vefayla, sevgiyle bir bakışı vardı insanlara. Bir de Musa abimden korkmaktan çok o gözlerindeki sevgiyle bakmasında bir bulanıklık olacak mı endişesi taşırdık bizler. Sevgisini kaybetme endişesiydi bu...
Altınoluk: Bir de şunu anlıyoruz, sanki Efendi hazretleri, Sami Efendi hazretlerine bağlıyken de o bağlılığı taşımaya çalışıyor. Kendisinin manevi bir vazifesi yokken de, Sami Efendi hazretlerine bağlığı bir aşk haline geliyor ve o aşkı yakınlarına taşıyor...
A. Topbaş:Aynı sevgiyi oradan oraya aktarmaya çalıştı ve aktardı da doğrusu. Bütün aileye, bütün yakınlarına, bütün sevdiklerine o şekilde geçti bu sevgi.
Sonra gerçekten Osmanlı beyefendisiydi. Gittiğimiz her yerde dikkat çekerdi. Gayri müslimlerin de dikkatini çekerdi. Mesela Güney Afrika'da, Kenya'da müslümanların, hatta gayri müslimler ve hristiyanların dikkatini çeker, toplanırlar, kendilerine çeki düzen verirler, “Bu kimdir, söyleyin bana dua etsin.” diye yaklaşanlar çok olurdu. Bunu mesela Özbekistan gezisinde de gördük. Şiddetli alkolik, kibrit çaksanız infilak edecek bir kadın bizim buralarda böyle yahşi insanlar gözükmez. Bu ne yahşi insandır.” dedi ve kucaklamak istedi. Etkileyici ve beyefendi bir insandı. Güzel bir insan ve güzel bir müslümandı. Davranışlarında acul hareketler yoktu. Her şeyin bir vakar içerisinde yapılmasını severdi. İbadeti de öyleydi. Aslında ibadetinde sayısal olarak çokluğa bakmazdı. Mesela haftada bir hatim indireyim, iki hatim indireyim gibi bir iddiası yoktu. Musa abim her gün on sayfa Kur'an-ı Kerim okurdu. Bu on sayfayı okurken güzelce abdestini alırdı. Herkes abdest alır ama, o abdest aldıktan sonra güzel süslenir, kokusunu sürer, rahlesini açar, rahlenin üzerine örtülerin en güzelini koyar ve Kur'an'ı Kerim'i büyük bir itina ile, sevgiyle alır, böyle her tarafından sevgi taşarak huşu ile okur ondan sonra Kur'an'ı Kerim'i kapatırdı. Bugün sevdim yirmi sayfa okuyayım da demezdi. On sayfada keserdi. Böyle disiplinli bir hayatı vardı.
Musa abimin sevgisi o kadar iktisatla, o kadar herkese yaygındı ki, bir tanesi biraz fazla olunca, benim kişisel kanaatime göre, sanki Allahu Teâlâ tarafından kendisi ondan mahrum edilir gibi olurdu.
Ramazan programları Musa abim için çok heyecanlı özel günlerdi. Umre ziyaretine gittiğimizde fakirlerin üzerine battaniye dağıtır, iftarlar verir ve bunlardan heyecan duyardı. Fakat son dört-beş Ramazan'da rahatsızlığı dolayısıyla gitmek nasip olmadı.
Altınoluk: Bir müslüman işadamı noktasında hassas olduğu konular nelerdi? Bunlarla ilgili notlarınız var mı?
A. Topbaş:Musa abimle bizim ticari ilişkilerimiz de, ortaklığımız da oldu. Orada da bizlerin kavrayamadığı birçok meseleyi bizlerden evvel, işlerin dışında olmasına rağmen kavrardı ve bizlere yön gösterirdi. Tabi bunun yanında, işin prensipleri, işin ahlakıyla, işin disipliniyle ilgili ne öğrendiysek de onlardan öğrendik. İş hayatı boyunca böyle devam etti.
Hak-hukuk noktasında çok titizdi. Çalışan işçilerin hukuku üzerinde çok dururdu. Mesela “Onlar ne yiyorsa mutlaka siz de onu yiyeceksiniz.” derdi. Musa abimin fabrikaya teşrifinde farklı bir yemek yapılıyor olsa, onu yemezdi. Biz “İşçiye de bundan veriliyor efendim.” dersek ancak o zaman rahatlar ve yerdi. Yoksa karavana neyse onu tercih ederdi. Hakikaten fazla borçlanmaktan da men ederdi. Onunla ilgili ayetlerle, hadislerle ilgili misallerle, bizleri borçlanmaktan imkân dâhilinde men etmişti. Daha borçsuz, kendi sermayesiyle, kendi imkânlarıyla yavaş yavaş, hırslanmadan çalışma tarzıydı, Musa abimin tarzı.
Sonra yapılan üretimi çok severdi. Üretilen şeyin güzelliğini çok severdi. Üretilen ürün güzel değilse, o satılıyor bile olsa, hoşlanmazdı. Güzel olup satılana karşı daha güzel bakardı. Bakarken keyif alırdı.
Altınoluk: Ticaret hayatında büyüme diye bir kavram var. Sanayici büyümeyi önemser. Onun için borçlanır, onun için kredi alır. Bu tür alanlarda nasıl davranırdı?
A. Topbaş: Musa abim büyümeden ziyade yürümeye bakardı. İstikametle yürümeye bakardı. Kader Mensucattaki işlerin bozuk olduğu dönemde, "Durumumuzu bir tesbit edelim.” dedi. “Ne olur, işimizi küçültürüz. Evimiz vardır, sağlığımız vardır, hayatımızı sürdürürüz. Olmadı daha borçluyuz, fabrikamızı satarız gene evimiz kalır, bir yere girer çalışırız. O da olmadı evimizi satarız, her şeyimizi satarız, borcumuz kalmaz, gene besmeleyi çeker başlarız. “er-rızku Alellah” deriz. Ama bütün bunları sattıktan sonra bir borçlu kalırsak, biz bunun altından kalkamayız" demişti. Yani uçurumu ortaya koyardı. Büyümükten ziyade, düzgünce yürüsün taraftarıydı.
Yılbaşında hesaplar çıkıp, zekât hesabı yapılırken, zekâttan muaf olanları da muaf tutmadan zekât matrahını hesaplardı. Zekâtın yanında inanılmayacak bir rakamı da hayrat için ayırırdı. Bazen zekâtın dört-beş katı kadar kendi zimmetine yazar, oradan borçlandırır verirdi. Hakikaten imkânı olduğu zaman çok çok cömert bir insandı. Hayır işlerini yaparken de yalap şap bir iş yapmazdı. Bir kısmını sağlık hizmetlerine, ilaç yardımından klinik hizmetlerine, bir kısmını eğitim hizmetlerine, bir kısmını huzurevi gibi sosyal hizmetlere ayırırdı. Bu cins hizmetlerde çevresine çok güzel örnek olmaya çalıştı.
İKTİSAD EDEN İNSAN CÖMERT OLABİLİR
Musa abimin işadamı olarak ayrı bir tarafı daha vardı. Bu cömertliğin içinde son derece muktesit bir insandı. Kendisi alışveriş yaptığı dönemlerde mesela bir elma alacak, bir yerde 30 kuruş, bir yerde 25 kuruş ise 25 kuruş olanı alırdı. Bizleri de mutlaka iktisada teşvik ederdi. Ve "İktisad edebilen insan daha çok cömert olabilir." derdi. Fabrikada alınan erzaktan, eve alınan erzaka kadar çok muktesit olmaya dikkat ederdi. Hakikaten kendisi çok cömertti. Benim "Bu kadar cömert başka bir insan görmedim" diyebileceğim cömertlikteydi. Herkes zekâtını verir, haydi zekâtı kadar hayrat verir. Ama o zekâtının dört katı, beş katı kadar bir tarif getirip bunu her sene verebilene ben rastlamadım. İkram etmeyi severdi. İkram ederken de bir insanın ulaşabileceği en büyük zarafetle, kibarlıkla, insanı onore ederek ikramda bulunurdu. İkram ettiği şeyi, mutlaka güzel bir şekilde vermeyi severdi. Mutlaka güzel bir paket yapılacak veya zarfa konacak, öylece verilecek. Bir kimseye zekât veya hayrat para vereceği zaman, para kıvrılıp verilmesi gibi bir âdeti yoktu. Mutlaka çok düzgün bir zarfa konulacak, düzgün kapatılacak, düzgün yazıyla yazılacak öyle verilecek.
Güzel yazıyı severdi. Hat sanatına meraklıydı. Hattı güzeldi ve hattı severdi. Fakat latin harfleriyle yazarken de yazısı güzeldi. Öyle düzgün yazı yazanların mektubunu daha bir zevkle okurdu.
Dünyada olan her türlü harekat ve sıkıntıyla da ilgilenirdi. Onu ailenin gündemine o getirirdi. Bosna, Çeçenistan, Kosova, depremde enkaz altında kalanlar. Taa Gediz depremi, Erzincan depremiyle ilgilenir, o hususları hemen ailenin gündemine getirir ve o konuda belirli bir yardım sağlanınca biraz rahat ederdi. Yoksa onun ızdırabını çekerdi. Her türlü yardım faaliyetinde ilk seferberliği aileden başlatırdı. Aileden başlatırken de herkesten önce “Ben şunu veriyorum.” derdi. Bir klinik kuralım, bir huzurevi açalım, bir ilaç yardımı kampanyası yapalım denildiğinde, her zaman ilk adımı atan kendisiydi. Tabii etrafındakiler, onu sevenler, o hizmeti sevenler de onun etrafında yumak olurlardı.
Altınoluk: Gezilerde büyük insanlar bir yere vardıklarında daha çok külfetli bir karşılama olur, ikram olur. O tür hadiselere nasıl bakardı? Çok külfetli mi bir misafirdi?
A. Topbaş:Aksine öyle değildi ve daha az olsun isterdi. Ama özellikle son zamanlarında biraz külfet olurdu ve o da Musa abimi yorardı aslında. Mesela gidip de daha mütevazi ama daha bir sevgiyle karşılandığı yerlerde daha rahat ederdi. Yani protokol nitelikli ikramları doğrusu pek sevmezdi. Açıkça reddetmezdi ama çok da haz duymazdı.
Abdullah Sert: Onunla ilgili benim de bir hatıram var. Anadolu’da bir yere gittik bir akşam. Sofra yuvarlak bir tabla, yani yer sofrası, üzeri bez örtülü. Çok düzgün de değil. Gelen yemekler de üstadımızın sıhhatine hiç uygun değil. Benim fanila sıkıntıdan sırtıma yapıştı. “Eyvah dedim. Üstadımız hasta olacak, rahatsız olacak” diye neşem kaçtı. Herhalde üstadımız benim bu tavrımı gördü ki, nasıl da ev sahibine iltifat ediyor. "Ne kadar da güzel bir sofra. Canı gönülden hazırlamışsınız, ne huzurlu bir sofra" diye iltifatlar ediyor. Benim yüzümdeki olumsuzluğu kapatmak için üstadımız olağanüstü bir gayret sarf etti. O gün hakikaten başka seyahatlerde yediğinden daha fazla yedi. Her yemekten de yedi. O yemeklerin de çoğu üstadımızın alışmadığı tarz yemeklerdi. Ama bunu en küçük bir şekilde hissettirmedi. Zaten üstadımız sık sık şunları söylerdi: "İnsan Allah'ı bulunca, kuru ekmekle yaş ekmeğin farkı kalmaz. Önüne ne gelirse fark görmez. Soğukla sıcağın farkını görmez. Soğanla en güzel nimetler arasında bir fark görmez. Artık hepsini Allah'ın ikramı olarak görür." derdi.
Altınoluk: Efendim böyle insanların bir de yalnızlığı olur. Böyle yalnız insanların bir de mahrem esrarı olur. Hazreti Peygamber ile Hazreti Ebu Bekir Efendimizin yakınlığı gibi. Sizin merhum üstadımızla yakınlığınızı da biraz böyle bir yakınlığa benzetebiliriz. O yalnızlıkta paylaştığınız şeyler var mıydı?
A. Topbaş:Çok yalnız kaldığımız da oldu. Mesela Gemlik'te Mustafa Topbaş, Musa abim ve ben bazen bir Ramazan'ın 4-5 gününü beraber geçirirdik. Musa abim orada ovaya karşı geçer, yalnız başına saatlerce oturur, tesbihini çekerdi. Biz açıkcası o hallerinden büyük keyifler almamıza rağmen somut bir şeyler de aldığımızı söyleyemem. Çok keyifli, muhteşem güzel zamanlardı o zamanlar. Hâlâ her akşam namazı veya yatsı namazı kıldırırken Mustafa'nın sesi hemen beni o günlere götürür.
Altınoluk: Zaman zaman Türkiye'deki tasavvufla ilgili, şöyle olmasaydı, böyle olmasaydı diye özeleştiri yapıyoruz. Medyaya yansıyan tartışmalar oluyor. Bu tarz konular konuşulur muydu?
A. Topbaş:Bir sefer Necip Fazıl Bey'i ziyarete gitmiştik. Necip Fazıl Bey'in son günleriydi. Necip Fazıl Bey "Şimdi bir şeyh enflasyonu var" dedi. Kendi mizahıyla onun çokluğundan bahsetti. Çıktıktan sonra Musa abim "Daha derin meseleler konuşabilirdik. Ama söylediğinin haklı tarafları da var." dedi.
Bu işin kurallarını rüyayla falan zorlamaktan ziyade, -rüya bu işlerin içinde önemli bir mesele olmakla beraber- rüya üzerine hiçbir şeyi bina etmezdi. Daha ziyade akıl, mantık ve istişare ile güzellikle bir işi çözerdi. Yani kendisinin şablonu ayrıydı. Mesela müşahhas bir isim vererek böyle bir konuyu şu veya bu demezdi. Bütün müslümanları bir kardeş görürdü. Gerçekten de öyle değil mi, Kur'an'da tarif edilen geniş çaplı kardeşlik en büyük kardeşlik. Ama bazı kardeşler birbirlerine daha yakın olur. Cemaatleri de öyle görmek gerekiyor.
Altınoluk: Efendim bir de üstadımızla ilgili hatıralarınızdan, hacdan, umreden, Asya, Afrika gezilerinizden, aile ortamından... bahsedebilir misiniz?
A. Topbaş:Musa abimin haclarında ancak son sekiz on sene beraber olabildik. Ondan evvel Efendi babamızla gidiyordu. Efendi babamızı rahat ettirmek için, kendisi ufak tabutluk gibi bir yerde kalıp hizmet ederdi. Birlikte gidip gelmeye başlayınca, kılık kıyafette şekil üzerinde çok fazla durmazdı ama mesela ihramın beyazlığına uysun diye beyaz tesbih dağıtırdı. Herkesin ihramını son derece temiz tutmasını isterdi. "Gerekirse yedek alın tertemiz olsun" derdi. Arafat sofralarında ne hazırlanırsa, hiç itiraz etmez, oturur zevkle yerdi. Sofranın sonuna doğru biraz sohbet eder sonra istirahate çekilirdi.
Altınoluk: Bir de gezileri vardı. İleri yaşlarında bile seyahatlere çıkmıştı. Asya seyahati, Afrika seyahati, Avrupa seyahati.. Nasıl bakıyordu bu gezilere?
A. Topbaş: Musa abimin bakışı hakikaten bir sosyal bilimci gibiydi. Gittiği yerde, orayı oluşturan halkı, nüfusun içindeki yüzdeleri, bunların davranışları, oradaki etnik yapı, oradaki dinler, mezhepler, onların hayat seviyesi, gelir seviyesi gibi konuların hepsini araştırıp öğrenmek isterdi. Sonra o coğrafyadaki tarihi de bir öğrenmek isterdi. Gittiği yerdeki eski eserleri, eski yerleri mutlaka görmek isterdi. Bunları kim yapmış, nasıl yapmış, ne zaman yapmış gibi sorular sorar öğrenmeye çalışırdı. Musa abimle bir yere gidip gelince, sanki orayla ilgili bir seminer düzenlenmiş, brifing verilmiş gibi bizler de birçok şey öğrenirdik.
MEDYAYA İLGİSİ
Son teknoloji çıktığında hemen ilgilenir, ne oluyor, nasıl oluyor diye sorardı. Mesela teleks çıktığında merak etmişti, şaşırmıştı. Hemen bir yıl sonra faks çıktı, onu sordu öğrendi. Bilgisayarla ilgili, internetle ilgili meseleler anlatılırken dikkatle ve zevkle dinlerdi. Medyayla çok yakın ilgisi vardı. Medyayla ilgisi otuz-kırk yıl öncesine dayanır. Bir Sabah Gazetesi rüyası vardı. Daha evvel İslam'ın Nuru için bir gayretin içerisindeydi. Sonra o zamanın şartlarında bunlar yürütülemedi. Sonra Altınoluk'u aldığı zaman böyle gözlüğünü takar dikkatle okurdu. Bütün yazıları çok severdi. "Eskiden böyle yazıları yazabilenlerin çok ayrı kompleksleri, sıkıntıları oluyordu. Oysa Altınoluk'ta hepsi ayrı güzel yazıyorlar, hepsi ayrı değerde yazıyorlar ve hepsi de çok mütevazi" derdi. O çerçevenin içinde durunca çok iftihar ederdi. Okuduğu yazılarda da "Bunu yazan kimsenin ahlak güzelliği bu yazıları yüceltiyor" derdi. Yetenekler arz edilirken mutlaka bir ahlaki fona oturmasını isterdi. Yazan kimsenin ahlaki normlarında düşüklük varsa onun yazılarından hazzetmezdi.
ZEVKİ DAĞITIRDI
Bir de gittiği yerin coğrafyasındaki güzellikleri de görmek isterdi. Bir deniz kenarı, bir dağ, bir yeşillik manzarası varsa görmek isterdi. Mesela Kenya'da safariye gitmiştik. Orada bir vadiye sular akıyor, onların impala dedikleri, ceylana benzer hayvanlar su içmeye geliyordu. Onlardan büyük zevk almıştı. Onlara “Ah! Benim ceylanlarım." dedi, onlara seslendi. Diğer yabani hayvanları seyretti, hoşuna gitmişti, zevk almıştı. Zevk alıyordu ve aldığı zevki de etrafına dağıtıyordu. Hakikaten hepimiz o tür seyahatlerde büyük bir zevkle dolaşırdık. Sanki oralarda ayağımızın yere değmeden dolaştığını hissederdik. Tek başına gittiğimizde alamadığımız zevki onunla birlikte yaşardık. Gittiği yerlerin anatomik bir kesit altında incelenmesine bir bilim adamı gibi bakardı. Gidilen yerde eğer böyle şeyler yapılmazsa kendisi zorlardı. "Bir bilgi falan alamadık" diye üzülürdü.
Avrupa gezileri de enteresan olurdu. Türkiye'den oraya gidenler, İslam merkezlerine uğrayıp bize verin hizmet edelim demişler. Yani lillah gidipte oraya bir hizmet bırakılmamış hemen hemen. Gittiğimizde bizi tanıyanlar var, tanımayanlar ise çok ürkek olurdu. İki bavul hediye alıyoruz gidiyoruz. Musa abimin gittiği yerlere neler götürdüğünü biliyorsunuz. Kitap götürür, tesbih, koku, takke götürür, bunlar dağıtılır. Fakat birçoklarını da çok tedirgin görürdük. Yani bunun faturası ne olacak diye düşünürlerdi herhalde. Sonra ayrılırken, el sallarken, hâlâ şaşkınlıklarını da üzerlerinden atamazlardı. Bir ekip geldi ve birşeyler istemeden gitti diye.
Seyahatlere çıkmadan önce fabrikadan para isteyecekse onun en düzgün, en yeni paralardan olmasını isterdi. Gittiği yerde mesela bir çeşme yaptırılacak, camii yaptırılacak ise mutlaka katkıda bulunurdu. İmam-ı Maturidi Hazretlerinin türbesi metruk bir vaziyetteydi. Orada hemen kendi aramızda bir kampanya oluşturdu ve türbenin yapılmasını istedi.
Bu yardımlarla ilgili bir husus da verdiğini takip etmesidir. Verdim diye onu yasak savar gibi unutmazdı. Verdiğini sonra bize sorardı. "Biz şunu vermiştik, o zaman cami şu durumdaydı. Şimdi ne durumda?" diye takip ederdi. Mesela Çimkent'teki camiyi bize kaç defa sormuştur.
Altınoluk: Merhum üstadımız ailenin hanımlarına, yakınlara mektuplar yazmıştı. Yuvamız dergisinde de yayınlıyoruz onları. Nasıl bir etki uyandırıyor bu mektuplar
A. Topbaş:Musa abim kendisine mektup yazana, onun mektubundan daha güzel bir mektupla cevap verirdi. Daha doğrusu herkesin mektubu ne kadar güzelse, Musa abimin o kadar güzel mektup yazdığını biliyorum. Mektubun muhteviyatı ne kadar zenginse, daha zengin bir muhteviyat ile geri geliyordu. Tabi bu mektuplar, Musa abimin bu yakınlığı, ailenin hanımlarını daha bir bağlamıştı kendisine. Bu bakımdan Musa abimin vefatı ailenin hanımları için gerçekten bir yıkım oldu.
Altınoluk: Son günlerde ilişkileriniz nasıldı?
A. Topbaş:Rahatsızlığında her gün uğrar ziyaret ederdim. Çok sevinirdi. Ben de çok sevinçle ayrılırdım. “Her gün nasıl uğruyordun, zor gelmiyor muydu?” diye akla gelebilir. Her gün uğramak bana zor gelmezdi. Hatta irtihalinden sonra oraya uğrayamamak benim hayatımda büyük bir boşluk yaptı. Tabi insanın hayatı onunla bununla doluyor ama, o çok kıymetli bir doluştu.
Doğrusunu isterseniz Musa abimle ilgili en büyük pişmanlıklarımdan birisi de yaşadıklarımızı yazamamaktır. Bu hayatı yaşarken bunları günlüğe dökmemek, her gün günü gününe değerlendirmemek hayatımın en büyük kaybıdır. Bunu yapsaydım hayatımın en büyük kazancı olacağı kanaatindeyim. Ama geldi geçti.
YORUMLAR