Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Bîçâre dalıp gaflete,
İhmâl edersin tâate,1
Ömrün ererse gâyete,2
Emri kaçan3 tutsan gerek?!
[Hak dostlarından Hasan-ı Basrî Hazretleri bir cenâzeye katılmıştı. Defin işleri bittikten sonra, orada gördüğü yaşlı bir zâta:
“–Ey ihtiyar! Sana Allah için soruyorum; ne dersin, acaba vefât eden bu zât, şu anda dünyaya geri dönüp sâlih amellerini artırmayı ve geçmiş günahlarına istiğfâr etmeyi düşünüyor mudur?” diye sordu.
O zât da hiç tereddüt etmeden:
“–Evet, tabiî ki düşünüyordur.” dedi.
Bunun üzerine Hasan-ı Basrî Hazretleri:
“–O hâlde bize ne oluyor ki bu vefât eden kişi gibi düşünmüyoruz?” dedi ve yürüdü. Giderken şöyle diyordu:
“Ölüm, ne müthiş bir nasihat! Kalplerde hayat olsa, ne kadar beliğ ve tesirli bir vaaz! Lâkin hitap ettiği kimselerde hayat yok!”4
Şunu aslâ unutmamak îcâb eder ki, ecel, sadece ihtiyarların çağrıldığı bir randevu değildir. Her insan, ölebilecek yaştadır. Her doğan canlı, bir ebediyet yolcusudur.
Nitekim bir kabristana gittiğimizde, bizden çok daha küçük yaşlarda vefat etmiş nicelerinin mezarlarıyla karşılaşabiliriz. Demek ki ölümün de âhirete hazırlığın da yaşı yoktur.
Bundan dolayı; namazı, orucu, haccı, tevbeyi, sâlih amelleri, hayır-hasenâtı, velhâsıl takvâ üzere bir kulluğu, gelip gelmeyeceği meçhul yarınlara bırakmak, büyük bir hüsran sebebidir.
Cenâb-ı Hak, bu hüsrâna düşmeyelim diye, biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:
“Asra (zamana) yemin ederim ki, insan gerçekten hüsrandadır (ziyan içindedir). Bundan ancak îman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3)
Zamana yemin ile başlayan bu sûrede; îman, sâlih amel, hakkı ve sabrı yaşayıp tavsiye etmekle değerlendirilmeyen zamanların, ziyan edilmiş olduğu ve ağır bir pişmanlığa sebebiyet vereceği, açıkça bildirilmektedir. Bununla birlikte, zamanı hakkıyla değerlendiren kullardan istisnâ kaydıyla bahsedilmesi de, insanların pek azının bu hususta gafletten sakınabildiğine işaret etmektedir.
Dolayısıyla ömür sermayemiz eriyip giderken, kulluk vazifelerimizi yarınlara erteleme gafletinden titizlikle sakınalım. Zira öyle bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak! O gün, hepimiz için meçhul bir gün! Cenâb-ı Hak, o güne her an hazırlıklı olalım diye, son nefesin vaktini meçhul kılmış ve;
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَق۪ينُ
“Ve sana yakîn (ölüm) gelin-ce-ye ka-dar Rab-bi-ne ibadet et.” (el-Hicr, 99) buyurmuştur.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de, biz ümmetini îkaz sadedinde:
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuştu.
“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye sorulduğunda;
“–(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, hayır ehli, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevabını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Mâzîye kılma teessüf,5 yeme müstakbel6 gamın,
Hâlini hoş gör ki ömrün hâsılı imrûzdur.7
[“Geçmişe üzülüp gelecek endişesiyle kalbini yorma! Yaşamakta olduğun âna dikkat et ki ömrün bütün mahsulü «bugün» ile elde ettiklerinden ibârettir.”
Ömrün en kıymetli zamanı, geçmişle gelecek arasındaki şimdiki zamandır. Zira mâzîye âit dosyalar kapandı, istikbâlinse gelip gelmeyeceği, gelirse de ne gibi sürprizler getireceği meçhul...
Peygamber Efendimiz (s.a.v) biz ümmetini bu hususta uyanık olmaya davet ederek şöyle buyuruyor:
“Beş şey gelmeden önce, beş şeyi ganimet bil:
‒İhtiyarlığından önce gençliğini,
‒Hastalanmadan önce sıhhatini,
‒Fakirliğinden önce zenginliğini,
‒Meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve
‒Ölümünden önce hayatını!” (Hâkim, IV, 341/7846)
Dolayısıyla bu cihandaki varlık gâyemiz olan Hakkʼa kulluğu îfâ etmek için gün bugündür, âhiret hazırlığı için fırsat bu fırsattır. Zira hiçbirimizin yarına çıkmaya bir teminâtımız bulunmuyor. Yarın sağ mıyız, değil miyiz, meçhul! Nitekim dün hayatta olan niceleri, bugün berzah âlemindeler.
Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz (s.a.v) beni tuttu ve:
«Dünyada tıpkı bir garip, hattâ bir yolcu gibi davran! Kendini ölülerden ve kabir ehlinden say.» buyurdu.” (Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)
Tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Mücâhid bin Cebr (r.a) diyor ki:
Abdullah bin Ömer (r.a) bu hadîs-i şerîfi naklettikten sonra bana şu nasihatte bulundu:
“Ey Mücâhid! Sabaha çıkınca nefsine akşamdan söz etme! Akşam olunca da nefsine sabahtan bahsetme!
Hastalıktan önce sıhhatinden, ölmeden evvel de hayatından istifâde et! Çünkü ey Allâh’ın kulu, sen yarın ne hâlde olacağını (ölü mü, diri mi olacağını) bilmiyorsun.” (Tirmizî, Zühd, 25)
Bu bakımdan; yanlışlarımıza tevbe etmek, haksızlık ettiğimiz kimselerle helâlleşmek, hatâlarımızın telâfîsine yönelmek ve sâlih ameller işlemek için, gün bugündür.
Nitekim; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” denilmiştir. Yarını olmayan bir günün her an gelebileceğini, hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım...
Hâfız-ı Şîrâzî, insanı, “birkaç damla kan, binbir endişe” olarak tarif eder. Hakîkaten insan, beden olarak et ve kemikten ibârettir. Fakat rûhen; binbir endişe yumağıdır. Geçim endişesi, sıhhat endişesi, nesil endişesi, istikbâl endişesi, bitmek-tükenmek bilmeyen hayaller, düşünceler, plânlar, emeller… Hâlbuki ecel gelip çattığında, hepsi bir anda bıçak gibi kesilecek, âdeta kaybolan gölgelere dönüşecek.
İşte geçen ay yaşadığımız ve hepimizi derin bir hüzne gark eden büyük zelzele, bize bu hakîkati bir kez daha hatırlattı. Orada genciyle yaşlısıyla nice kardeşimiz can verdi, niceleri yaralandı. Mevtâlarımıza tekrar Allahʼtan rahmet, yaralılarımıza âcil şifalar, bütün milletimize de baş sağlığı diliyoruz. Rabbimiz, vatanımıza, milletimize bütün âlem-i İslâmʼa huzur, sıhhat, selâmet ve âfiyet ihsân eylesin.
Fakat şu hakîkati aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, her ölüm, kişinin husûsî kıyâmetidir. Nasıl ki kıyâmetle dünya son bulacaksa, ölümle de bizim dünya hayatımız nihâyete erecek, artık ona dair herhangi bir tasarrufta bulunma imkânımız kalmayacak.
Hepimizin dünden bugüne, bugünden yarınlara dair pek çok hesabımız var. Fakat ecel gelip çattığında bütün bu hesaplar bir anda sıfırlanıyor. Zira hepimiz, Cenâb-ı Hakkʼın “ol” emriyle var olan, “öl” emriyle de aslına rücû edecek olan âciz birer kuluz. Allah Teâlâ’nın bize takdir ettiği ömür mühleti dolunca, dünya ile olan bütün irtibâtımız kopacak. Artık bu cihandaki mânevî kimliğimize göre şekillenecek olan bambaşka bir âlemin seyyâhı olacağız.
Oraya îman ve sâlih amellerle gidebilen Hak âşıklarının bu yolculuğu, dünyevî bakımdan ne kadar çetin şartlar altında vukû bulmuş olursa olsun, esâsen rûhun huzur dolu bir hicreti demektir. Şair Yahya Kemâlʼin şu mısrâları, bu huzuru ne güzel aksettirmektedir:
Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;8
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde,
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter...
Dolayısıyla meçhul bir zamanda karşılaşacağımız ölümü güzelleştirebilmek ve onu bir “şeb-i arûs”, yani Hakkʼa vuslat huzuruyla karşılayabilmek istiyorsak, ebedî hayata her an hazırlıklı olmaya gayret etmeliyiz. Bunun için Hakkʼa kulluk vazifelerimizi lâyıkıyla îfâ etmeli, bugünün işini yarına bırakma gafletinden titizlikle sakınmalıyız.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Ömür eser yeldir yahut akar su,
Sakın yele suya dayanmağı ko!
Fırsat elde iken saʻy9 eyle yâhû!
Bugünler geçer, bu devrân eğlenmez!..
[Ömür takvimimizden her gün bir yaprak daha kopuyor. Hayat ırmağımız hiç durmadan akıp gidiyor. Bir imtihan âlemi olan bu dünyaya bir defalığına geldik. Hayat nîmetinin ne tekrarı var, ne de telâfîsi. Bir kez elden kaçtı mı, bir daha aslâ geri gelmiyor. İnsan bütün servetini verse, Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği ecel vaktini bir saniye bile erteleyemiyor. Bu itibarla en büyük israf, zamanın israfıdır.
Dolayısıyla vakitlerimizin kıymetini bilelim, âhiret hazırlığı için geç kalmayalım, elimizi çabuk tutalım. Aksi hâlde son nefesteki pişmanlık fayda vermez!..
Nasıl ki namazın fazîleti ilk vaktinde kılınmasında ise, diğer sâlih amellerin ve hayır-hasenâtın şeref ve kıymeti de, geciktirilmeden, bir an önce ve ilk fırsatta edâ edilmesindedir.
Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu kıssası, bu hakîkatin pek ibretli bir misâlidir:
Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey ister. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkarır ve dervişe verir. Oradakiler:
“–Ey Hasan, evine gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” derler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verir:
“–Bir defasında bir muhtaç mescide geldi ve; «Açım!» dedi. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bırakıp evlerimize gittik. Sonra da unuttuk. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik.
Ertesi gün, yakaza hâlinde mânevî bir zuhurat olarak, o garibe sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazısını gördüm.
İşte o gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu aslâ bekletmeyeceğim, hemen ihtiyacını göreceğim.» diye yemin ettim.”10
Şüphesiz ki Hak dostlarındaki bu gönül ufkunun menbaı da Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼdir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) hayırda acele etmenin ehemmiyetini, kendi örnek hayatında sergilediği sayısız fazîletlerle bizzat tebliğ buyurmuşlardır. Bunlardan birini, Ukbe bin Hâris (r.a) şöyle nakleder:
Bir keresinde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. Allah Rasûlü selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı. Aceleyle hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, O’nun bu telâşından endişe ettiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz kısa bir süre sonra döndü. Bu davranışı sebebiyle ashâbının meraklanmış olduğunu gördü ve şöyle buyurdu:
“Odamızda biraz altın (veya gümüş) olduğunu hatırladım. Beni hayırda acele etmekten alıkoymasın diye, hemen dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, Ezân 158, el-Amel fi’s-Salât 18; Nesâî, Sehv, 104)
Yine Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Faydalı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır…” (Müslim, Îman, 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)
Bizler de bu ve benzeri hakîkatlerden ibret alarak hayırda acele edelim:
‒Bilhassa namazlarımızı ezan okunur okunmaz, ilk vaktinde ve cemaatle edâ edelim.
‒Zekât, infak ve hayır-hasenâtı, maddî bakımdan daha müreffeh olmayı ümit ettiğimiz yarınlara bırakmayalım. Hiç imkânımız yoksa -yarım hurmayla da olsa- bugünden infâk etmeye başlayalım.
‒Mükellef olduğumuz hâlde bugüne kadar gidemediysek, hacca derhâl mürâcaat edelim. O büyük ibadeti, emekliliğe, ihtiyarlığa, âcizlik günlerine ertelemeyelim.
‒Allah yolundaki hizmet ve gayretleri, boş vakitlere bırakmayalım. Her zamanı ve zemini, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını kazanmak için bir hizmet imkânı olarak görelim.
Nitekim Yüce Rabbimiz, ibadet ve hayırlı işlerin birini bitirip hemen diğerine koşalım ve herhangi bir zamanı ibadetten, hayır-hasenattan uzak olarak geçirmeyelim diye;
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ . وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
“Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabbine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8) buyuruyor.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) de, ashâbını hayırda yarışmaya teşvik eder, böylece vakitlerini en güzel şekilde değerlendirmelerini isterdi. Onlara;
“(Ashâbım!) Bugün Allah için bir yetim başı okşadınız mı? Bir hasta ziyaretine gittiniz mi? Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” diye sorardı. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)
“Mü’min, sonunda varacağı yer Cennet oluncaya kadar, işittiği hiçbir hayra doymaz.” buyururdu. (Tirmizî, İlim, 19/2686)
Bu nebevî ahlâk ile yetişen ashâb-ı kirâm da son nefese kadar sürekli artan bir kulluk gayretiyle yaşamışlar, insanlık tarihinin bir benzerini görmediği müstesnâ bir fazîletler medeniyeti inşâ etmişlerdir. Hazret-i Ebû Bekir (r.a)ʼın şu sözleri, ashâb-ı kirâmın gönüllerindeki gayret-i dîniyye heyecanını ne güzel ifade etmektedir:
“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!”
Muaz bin Cebel (r.a)ʼın oğluna yaptığı şu nasihat de çok mânidardır:
“Oğlum! Müʼmin olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yani müʼmin, bir hayırlı işi yaptığı zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalı, araya kötü bir amel karıştırmamalıdır.”
Gâfil insana hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gelen dünya hayatı, hakîkatte kısacık bir mühletten ibârettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu gerçeği şöyle haber veriyor:
“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)
İşte fânî dünya hayatı, ebedî âhiret hayatı karşısında bir sabun köpüğünden farksızdır. Bu kısacık ömürde de ölümün kapımızı ne zaman çalacağını bilmiyoruz. Ömür, sanki metrajı belli olmayan bir makara gibi; ne zaman biteceği meçhul... Bu sebeple bizler için en selâmetli yol, âhirete her zaman hazır olmaya gayret etmektir.
Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Rivâyete göre İlyas (a.s), Ölüm Meleği’ni görünce dehşete kapılarak ürperir. Azrâil (a.s), bunun sebebini merak ederek:
“−Ey Allâh’ın Peygamberi! Ölümden mi korktun?” diye sorar.
İlyas (a.s) cevâben:
“−Hayır! Ölümden korktuğum için değil, dünya hayatına vedâ edeceğim için bu hâldeyim…” der. Sonra da sözlerine şöyle devam eder:
“−Dünya hayatında Rabbime kulluk yapmaya, iyilikleri emredip kötülüklerden men etmeye gayret ediyor, vaktimi ibadet ve amel-i sâlihlerle geçiriyor, güzel ahlâk ile yaşamaya çalışıyordum. Bu hâl benim huzur kaynağım oluyor, gönlüm sürur ve mânevî neşelerle doluyordu. Ölünce bu zevk ve lezzetlerden mahrum olacağım ve kıyâmete kadar mezarda rehin kalacağım için mahzun olmaktayım!”
Velhâsıl Hazret-i Ali (r.a)’ın ifadesiyle:
“Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.”]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Ederse bir kişi mazlûma nusret,11
Makâm olur ona gülzâr-ı Cennet…12
[Cenâb-ı Hakkʼa yakınlığın yolu, mazlum, mağdur ve muhtaçların kırık gönüllerini ihyâ etmekten geçer. Bu sebeple Allâh’ın rızâsını arayan bir mü’min, daha ziyade mâtemlerin civârında dolaşmalı, kimsesizlerin kimsesi olmalı, muhtaçların yardımına koşmalıdır. Nitekim Mû-sâ (a.s);
“–Yâ Rabbi! Senʼi nerede arayayım!” diye niyâz etti.
Cenâb-ı Hak da;
“–Benʼi, kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nu-aym, Hil-ye, II, 364)
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde Yüce Zâtʼını bize en çok “Rahman” ve “Rahîm” sıfatlarıyla tanıtıyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.v) de “raûf ve rahîm”, yani çok müşfik ve çok merhametli.
Dolayısıyla Allâhʼa kul, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼe ümmet olan, ilâhî ve nebevî ahlâk ile ahlâklanan bir mü’minin de; elinden, dilinden ve gönlünden şefkat ve merhamet tevzî eden bir “rahmet insanı” olması îcâb eder. Allâhʼın rahmetine nâil olmak isteyen, âhirette Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin civârında bulunmak isteyen bir müʼminin, bu yüce vasıflardan hisse alması elzemdir.
Zira hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Siz yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
Velhâsıl, muhtaç ve muzdarip kardeşlerimizi gördüğümüzde;
“Biz onların yerinde olabilirdik, onlar da bizim yerimizde olabilirlerdi.” diye düşünmeli, Allah rızâsı için onların yardımına koşarak hayır duâlarını almaya gayret etmeliyiz.
Zira sırf kendi rahatını düşünüp etrafındaki çile ve ıztıraplara duyarsız kalmak, gerçek bir müslümanın vicdan ufku olamaz.]
Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi, içinde bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir rahmet dergâhı kılsın. Cümlemizi; elinden, dilinden, hâlinden ve kālinden ümmetin müstefîd olduğu, hayırlara anahtar şerlere kilit olan sâlih kulları arasına lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Tâat: Allâh’a kulluk, ibadet. 2) Gâyet: Son, nihâyet. 3) Kaçan: Ne zaman? 4) İbnü’l-Cevzî, Âdâbu’l-Haseni’l-Basrî, thk. Süleyman el-Harş, Dâru’n-Nevâdir, 1428, s. 29. 5) Teessüf: Acı, üzüntü duyma, esef etme. 6) Müstakbel: Gelecekte olan. 7) İmrûz: Bugün. 8) Rind: İlâhî aşkla mest olmuş sûfî, derviş. 9) Saʻy: Gayret, çaba, emek. 10) Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, haz. S. Yıldırım - N. Yılmaz, İstanbul 2001, s. 157. 11) Nusret: Yardım. 12) Gülzâr-ı Cennet: Cennet gülistanı.
YORUMLAR