Bir önceki yazımızda nefes alıp verme nîmetinin gerçekleşmesi ile alâkalı birkaç soruyla tefekkür dünyamızı harekete geçirmeye çalışmıştık. Biz bu soruların cevabını düşünürken acaba kaç kez nefes alıp verdik ve kaç molekül oksijeni havadan alıp bütün vücut hücrelerimize gönderdik?
Bir önceki yazımızda nefes alıp verme nîmetinin gerçekleşmesi ile alâkalı birkaç soruyla tefekkür dünyamızı harekete geçirmeye çalışmıştık. Biz bu soruların cevabını düşünürken acaba kaç kez nefes alıp verdik ve kaç molekül oksijeni havadan alıp bütün vücut hücrelerimize gönderdik?
İçimizde; gazlarla ilgilenen kimya uzmanı akciğerlerimiz mi, yoksa döllenmiş tek bir hücrenin bölünüp çoğalmasıyla oluşmuş, her şeyden habersiz bir şekilde gelişimine devam eden, ardından nice değişim aşamalarıyla bugünlere gelmiş olan fetüs mü? Ya da rahminin içinde neler olup bittiğinden habersiz bir şekilde:
“-Doktor hanım, lütfen söyleyin bebeğim sağlıklı mı, her şey normal mi?” diyerek yalvaran gözlerle hekimlerin ağzından çıkacak tek bir kelâma kilitlenmiş âciz anneler mi? Asıl uzman kimdir?
Birisi bize, vücutta deverân edip kirlenen kanı, soluyarak temizleyecek bir cihaz tasarlamamızı söyleseydi, ne yapardık? Bunun için hangi dâhîlere başvurur, hangi bilgileri toplar, hangi teknik imkânlardan faydalanırdık? Öncelikle insan için tasarlanacak bir cihaz, vücut sistemiyle alâkalı her şeyi bilmemizi zorunlu kılardı.
Ayrıca atmosferde bulunan gazlarla ilgili de ihtisas yapmamız gerekirdi. Havada bulunan gazların içinden bize hayat verecek olanı bulmamız, onu uygun miktarda ve ısıda, uygun hızda vücut içine arındırarak gönderebilecek bir mekanizma oluşturmamız gerekirdi. Bunun için ideal organı/organları en mükemmel şekilde inşa etmemiz ve en uygun hacimde en uygun yere yerleştirmemiz şarttı.
Hava ile içimizdeki cihazı uyumlu hâle getirebilecek bir sistem oluşturmamız, bu sistemde solunan hava ile kirlenen kanı, yaklaşık 70-80 metrekarelik bir yüzeyde karşılaştırarak değiş tokuş yaptırmamız, zarar vereni uzaklaştırıp, hayat vereni içeri dâhil etmemiz lâzımdı. Ayrıca bu cihazın insanın göğüs kafesine sığdırmamız ve tüm vücut sistemleriyle kusursuz bağlantılarını da kurmamız gerekirdi. Hangimiz böyle bir işi başarabilirdik?!
Vücudumuzun oksijene olan ihtiyacı, nasıl ve ne zaman tespit edilmiştir? Onu bizim istifade edebileceğimiz şekilde atmosfere kim yerleştirmiştir? Bir nefesimize teslim olup içeri nasıl girer, niçin hiç direnmez? İçerideki karbondioksitle neden yer değiştirir? Oksijen havada asılı kalsaydı, karbondioksit bizden ayrılmak istemeseydi, hâlimiz nice olurdu? Bu moleküllere içimizde ve dışımızda devir-dâim nasıl yaptırılır? Zira onlar havada sürekli varlar. Bir gün bile bunların azalıp tükeneceğini hiç düşünmeden nasıl da rahat yaşarız! Hiç kimse, hattâ inkârcılar bile; sabah kalktığında:
“-Bugün oksijen tüpüne ihtiyacım olabilir, yanımda bulundursam iyi olur.” diye düşünmez.
Bunların varlığı için bir bedel ödemediğimiz hâlde, devamından nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?
Oksijen, kanda hangi araçlara bindirilerek taşınır, nasıl bir yol izler, hücrelere nasıl geçer ve içeride nasıl kullanılır? Karbondioksitle nasıl yer değiştirir? Havanın kanla temas edeceği yüzeyin genişliği nasıl hesaplanır? Bu hesabın neticesi, vücudumuza nasıl paketlenerek yerleştirilir? İhtiyaç duyulan oksijenin miktarı nasıl belirlenir ve soluk alıp-verme hızı neye göre ayarlanır? Bu ve daha aklımıza gelmeyen pek çok ince hesap, döllenmiş yumurta hücresinin içinde nasıl ve ne zaman yapılır? Zamanı geldiğinde de şaşırmadan ve gecikmeden nasıl uygulamaya geçirilir?
Bu sorulara cevap verebilmek ve konuyu az da olsa idrâkimize yaklaştırabilmemiz için; önce alınan bir nefesin mâcerasına hızlıca bir göz atmamız gereklidir.
Solunan havanın ilk temas ettiği organ, solunum yollarının başlangıcı olan burundur. Hava buradan akciğerlere epey bir mesafe katedecektir. Lâkin solunan havada toz, bakteri, polenler gibi milyarlarca yabancı partikül bulunur. Bunların akciğerlere ulaşması, ciddî problemler oluşturacağından havanın buradan transit geçmesine izin verilmez ve sıkı bir analiz yapılır. Burun düz bir boru değil, içinde tüycüklerin, “mukus” adı verilen özel bir sıvının (mukus; burundan bronşlara kadar bütün solunum yollarını kaplayarak hem nemlendirme hem arındırma vazifelerini üstlenir) ve kıvrımların bulunduğu bir organdır.
Burna giren hava, burada tur atarken, özel filtrasyon ve klima sistemleriyle akciğerler için temizlenerek uygun ısıya getirilir. Solunum yolunu döşeyen mikro tüycükler, yabancı parçaları yakalar ve sürekli belli bir yöne doğru yaptıkları hareketlerle onları yutağa gönderirler. Böylece yabancı maddelerin akciğerlere inmesine müsaade edilmez ve mukusun anti bakteriyel tesiriyle mikroplar zararsız hâle getirilir.
Anne rahminde gelişen fetüsün burnu oluşurken bütün bu özel parçalarla birlikte gelişir. Kıvrımlar, boşluklar, tüycükler ve mukus… Hepsinin zamanı gelince lâzım olacağını bilen fetüs, hiçbirini atlamadan her organıyla olması gerektiği gibi oluşmaktadır. Bu mükemmel gelişimin muhteşem detayları, gerçek akıl sahiplerini hayrette bırakmaktadır!
İlerlemeye devam eden hava, nefes borusuna gelir. Bu boru, gırtlaktan akciğerlere doğru uzanan yaklaşık 10-12 cm uzunluğunda bir borudur ve havanın akciğerlere iletiminin sekteye uğramaması için dâimâ açık kalmak zorundadır. Cansız atomlarının meydana getirdiği etten bir borunun hareketli bir alanda sürekli açık kalması için, anne rahminde gelişen fetüste bunun tedbiri alınmış ve özel şekil verilmiş kıkırdaklar, halkalar hâlinde soluk borusuna yerleştirilmiştir. Aksi hâlde havanın ciğerlere ulaştırılması zorlaşır ve kişinin boğulması söz konusu olur.
Soluk borusunun içini kaplayan titrek tüyler, sürekli yutağa doğru salınma hareketi yaparak solunan hava ile içeri giren ve kazârâ burnu geçerek gelen yabancı maddeleri süpürerek akciğerlere geçmesine izin vermez. Yutağa gönderilen atıklar, mideye iletilir ve asidik ortamda imhâ edilir. Sabah uyanıldığında boğazda hissedilen doluluk, ses değişikliğinin sebebi de gece boyunca nefes borusunun kendini temizleme işlemi sırasında biriken yabancı maddelerdir. Havanın burundan akciğerlere kadar iletilirken karşılaştığı filtrasyon sistemi bunlarla bitmez. Öksürük refleksi olarak bilinen hava patlaması ile içeri kaçan yabancı maddeler, sistemden uzaklaştırılır.
Solunarak ilerleyen havanın yolculuğu, akciğerlerde yer alan keseciklerin zarında son bulur. Şayet yukarıda saydığımız filtrasyon mekanizmalarını geçerek akciğerlere kadar ulaşabilmiş yabancı partiküller olduysa, onları burada bir sürpriz beklemektedir. Keseciklerin arasında gezerek ilerleyen özel bir savunma hücresi, ezkazâ gelen yabancıları parçalayarak yok etmek üzere vazifelendirilmiştir.
Buraya kadar saydığımız sistem, özel eğitimli ve sahasında uzman bir savunma timi gibi görünse de aslında, gözle göremediğimiz atomların bir araya gelerek oluşturduğu mikro hücrelerdir. Ancak yaptıkları iş, nice uzman korumalardan çok daha karmaşık ve başarılıdır. Bu sistem ve daha nicesi, anne karnında gelişen bütün bebeklerde mucizevî bir şekilde var edilir.
Anne rahminde gelişimine devam eden fetüs, atmosferi hiç görmediği ve daha önce hava alışverişi yapmadığı hâlde, âdeta atmosferdeki gazlarla ilgili ihtisas yapmış gibidir. Havadaki oksijeni diğer gazların içinden seçerek alabilecek, karbondioksitle değiştirebilecek, kanda zahmetsizce taşıyabilecek ve hücrelere bırakabilecek mükemmel bir sistem düşünmüştür.
Bu sistemden geçecek olan havanın basıncını hesaplayarak dayanıklı borular üretmiş, havayı hem ısıtacak, hem de yabancı maddelerden arındıracak bir klima-filtrasyon sistemi inşâ etmiştir.
Hiç karşılaşmadığı havanın içinde bulunabilecek yabancı partiküllerin tespitini yaparak, önemli yerlere bunları imha edecek vazifeliler yerleştirmiştir. Her bir ihtimali düşünmüş, tek bir plânla yetinmemiştir. Fetüs, sadece solunum sistemi için değil, gelişmekte olan bütün sistemleri için bu ve buna benzer plânları yapmış, bu arada sistemlerin birbiri ile irtibatını da hiçbir zaman ihmal etmemiştir.
Hakikaten bütün bu kusursuz ve mükemmel işleri başaran, daha kendinden bile haberi olmayan, dünyaya bu haftalarda gelmiş olsa desteksiz yaşayamayacak olan fetüs müdür yoksa cansız atomlar mı? Veya etrafımızda gördüğümüz ve fetüs hakkında bir fikri bile olmayan uçsuz bucaksız manzaralar mı? Ya da bütün bu muhteşem varlık, kendi kendine mi meydana geldi? Var oluşu tesadüfe, evrime veya başka bir safsataya havale etmek isteyenlere en güzel cevabı, yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm vermektedir:
“Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta (ana rahminde) bir nutfe hâline getirdik. Sonra o nutfeyi, bir aleka (yapışkan ve döllenmiş yumurta) yaptık. Peşinden, o alekayı bir mudga (bir çiğnem et) hâline getirdik; peşinden bu bir çiğnem eti, kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla (insan olarak) meydana getirdik. İşte yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (el-Mü’minûn, 12-14)
Rabbimiz! Sen bütün noksan sıfatlardan pâk ve uzaksın. Seni dâimâ böyle anar ve överim. Senin adın mübarektir. Azamet ve celâlin pek yüksektir. Senden başka ilâh yoktur. Sen her işinde hikmetli olan, “Ol!” deyince olduran, kudretli sultansın.
Bizi acziyet içindeyken kör tesadüflerin eline bırakmadan koruyup gözettiğin gibi, Senden gâfil olmaktan da dâimâ muhafaza eyle. Verdiğin nîmetlerin kıymetini idrâk ederek bir ömür sürebilmeyi, huzuruna yüz akı ile varabilmeyi nasip eyle. Âmîn.
Dr. Betül Nefise İNAL
YORUMLAR