Hak Dostlarından Hikmetler Şeyh Sâdî (r.a.) -8

 

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Çirkin sesli ve gâfil biri, herkesin gelip geçtiği bir yerde, kulakları tırmalayan yüksek bir sesle Kur’ân-ı Kerîm okuyormuş. Oradan geçen ârif bir zât ona:

«–Bu okumana karşılık ne ücret alıyorsun?» diye sormuş.

Adam:

«–Hiçbir şey.» deyince:

«–Peki niçin okuyorsun?» diye sormuş. O da:

«–Allah rızâsı için okuyorum.» demiş.

Ârif zât:

«–Allah rızâsı için, ne olur artık okuma!» demiş ve ilâve etmiş:

«Çünkü sen, ruhları tırmalayan bu çirkin sesinle okudukça, Müslümanlığın nûrâniyeti gider, rûhâniyeti kaybolur.»”

[Güzel dînimiz İslâm’ı, güzelce yaşamakla mükellefiz. Bunun için hâl ve davranışlarımız dâimâ; İslâm’ın edep, nezâket, zarâfet ve fazîletlerine ayna olmalıdır.

Unutmayalım ki yegâne hak dîn İslâmʼı, ona yakışmayacak hâl ve davranışlarla, yanlış veya kötü temsil etmek, ağır bir vebaldir! İnsanları dinden-îmandan soğutan, gönüllerde İslâmʼın îtibârını zedeleyen hâl ve tavırlar sergilemek, büyük bir cürümdür.

“İslâmʼı, Kurʼânʼı ve Peygamber Efendimizʼi tanımadan önce müslümanları tanısaydım, müslüman olmazdım.” diyen bazı hidâyete ermiş kardeşlerimizin varlığı bile, müslümanlar olarak ne büyük bir mesʼûliyetle karşı karşıya olduğumuzu ifadeye kâfîdir.

Buna mukâbil, müslümanların fazîlet dolu hâl ve davranışlarına hayran kalarak İslâm ile şereflenen din kardeşlerimizin mevcûdiyeti de, güzel dînimizi ona yaraşan bir zarâfetle yaşamanın ne muhteşem bir mânevî kazanç vesîlesi olduğunu ortaya koymaktadır.

Şu kıssa ne kadar mânidardır:

Ra­ma­zân-ı Şe­rîf’te vaaz ve na­sî­hat için Er­zu­rum’un bir kö­yü­ne dâ­vet edi­len İbrahim Hakkı Hazretleri’ni alıp kö­ye ge­tir­mek üze­re, üc­ret kar­şı­lı­ğın­da bu iş­le­ri ya­pan gayr-i müs­lim bir hiz­met­çi, bir at ile gön­de­ril­miş­ti. Yola çıkıldı. Fakat binit bir tane olduğundan, İbrahim Hakkı Hazretleri, Hazret-i Ömer t’ın Kudüs’e giderken, kölesiyle nö­bet­le­şe de­ve­ye bin­me­sini hatırlayarak o da bu fazîlet dolu davranışı tat­bik et­ti. Gayr-i müs­lim hiz­met­çi bu­na her ne ka­dar:

“–Köy­lü­ler bu du­ru­mu işi­tir­ler­se be­ni azar­lar­lar; üc­re­ti­mi de ver­mez­ler!” di­ye îti­raz et­tiyse de, Haz­ret:

“–Ev­lâ­dım, son ne­fes­te hâ­li­mi­zin ne ola­ca­ğı meç­hul! Sen köy­lü­le­rin se­ni azar­la­ma­sın­dan en­di­şe edi­yor­sun, ben ise Al­lâh’ın hu­zû­run­da ve­ri­le­cek bü­yük he­sap­tan kor­ku­yo­rum!..” buyurup, ata binme işini sıraya koydu.

Hik­met-i ilâ­hî, tam kö­ye gi­re­cek­le­ri es­nâ­da sı­ra hiz­met­çi­ye gel­di. Köy­lü­ler­den kor­kan adam­ca­ğız, hak­kın­dan ferâgat et­ti­ği­ni be­lir­te­rek, Haz­ret’in ata binmesini ıs­rar­la istediy­se de İb­ra­him Hak­kı Haz­ret­le­ri:

“–Sı­ra se­nin­dir!” de­di ve atın önün­de yü­rü­ye­rek kö­ye gir­di.

Halk bu hâ­li gö­rün­ce, he­men hiz­met­çi­nin et­ra­fı­nı sar­dı ve:

“–Vay den­siz! Genç­li­ği­ne bak­ma­dan ata ku­rul­muş, şu ak sakallı ih­ti­yar üs­tâ­dı yü­rüt­mek­te­sin ha!” şek­lin­de sert ifa­de­ler­le onu azar­la­ma­ya baş­la­dı­lar. İb­ra­him Hak­kı Haz­ret­le­ri me­se­le­yi îzah edince, azarlamaktan vaz­geç­ti­ler.

O sı­ra­da köy­lü­ler­den bi­ri hiz­met­çi­ye:

“–Be adam! Bu kadar fazîleti gör­dün ve yaşadın! Bâri müslüman ol!” dedi.

Hizmetçi, bir müddet sükût ettikten sonra, oradakilere şu ibretli cevâbı verdi:

“–Eğer si­zin dî­ni­ni­ze dâ­vet edi­yor­sa­nız, as­lâ! Ama şu mü­bâ­rek zâ­tın dînine dâvet ediyorsanız, o dîne daha yoldayken îmân ettim bile!..”

Bu sebeple müslümanlar olarak hepimiz aslında hâlimizle, yani şahsiyetimiz, karakterimiz ve yaşayışımızla, İslâmʼı temsil mevkiinde bulunduğumuzu unutmamalıyız. Çevremizde bize bakarak İslâm hakkında kanaat sahibi olacak insanlar bulunabileceğini düşünerek, hâl ve davranışlarımıza son derece dikkat etmeliyiz.

Nitekim ecdâdımız Osmanlı, Balkanları fethettiğinde oralara Anadoluʼnun temiz ailelerini yerleştirmişti. Onların fazîlet dolu yaşayışlarına hayran kalan Arnavutların yüzde doksanı, Boşnakların tamamı İslâm ile şereflendi.

Bizler de İslâmʼı güzelce tebliğ ve temsil edebilmek için, önce kendi noksanlıklarımızı telâfi etmeli, gerekli ilmî, irfânî, ahlâkî donanıma sahip olmaya çalışmalıyız. İslâmʼı tebliğ ve temsîlin usûl ve âdâbını da öğrenip tatbik etmeliyiz. Aksi hâlde “kaş yapayım derken göz çıkarmak” kabîlinden, birtakım menfî neticelerle karşılaşılabiliriz ki, bu da -Allah korusun- ağır bir vebâli mûcib olur.]

Şeyh Sâdî Hazretleri şöyle bir kıssa nakleder:

“Hazret-i Îsâ u zamanında, ömrünü câhillik ve azgınlıkla hebâ etmiş, gaddar, merhametsiz, günahkâr bir adam varmış. Adam o kadar çok kötülük işlemişti ki, günah defterinde artık yazılacak yer kalmamıştı…

Îsâ u bir gün çölden dönerken, bir âbidin hücresine uğradı. Halktan uzaklaşıp bir köşeye çekilmiş olan bu âbid, Îsâ uʼı görünce, derhâl ayağa kalktı ve onun ayaklarına kapandı.

Bahsi geçen günahkâr adam da onları uzaktan seyrediyordu. Bir fakir, bir zenginin eline nasıl bakarsa, o da onlara öyle imrenerek bakıyordu. Hem utanıyor, hem de hasretle onları süzüyordu. İçi yanıyor, gafletle geçirdiği ömrü için cân u gönülden af diliyor ve gözlerinden bulut gibi yaş dökerek şöyle diyordu:

«Ömrüm heder oldu. İyilik nâmına hiçbir şey elde edemedim. Kimse benim gibi olmasın ve Allah hiçbir kulunu benim durumuma düşürmesin!

Yâ Rabbi, günahlarımı affet! Şâyet beni bağışlamazsan, bu günahlar bana en fenâ yoldaştır!..»

Günahkâr adam, mahcûbiyetten başını önüne eğmiş, derin bir pişmanlıkla hüngür hüngür ağlıyor ve; «İlâhî, imdâdıma yetiş, elimden tut, Sen düşmüşlerin elinden tutansın!» diyordu.

Bu ihtiyar ve gözü yaşlı günahkâr bir köşede böyle inlerken, öte yandan o âbid de gururla uzaktan ona bakıyor, kaşlarını çatmış şöyle diyordu:

«‒Bu uğursuz herif ne diye bize bakıyor? Yine bir kötülük peşinde mi acaba? Yoksa yanımıza mı gelmek istiyor? Ne haddine ve ne yüzle! O, gırtlağına kadar günaha batmış, ömrünü boş yere geçirmiştir… Ne iyilik yapmış ve ne hayır işlemiş ki, Mesîh ile ve benimle görüşmek istiyor? Keşke karşımdan yıkılıp Cehennemʼe gitse! Ondan nefret ediyorum ve iğreniyorum. Ateşi belki bana da dokunur; onun için ey Allâh’ım, yarın mahşer günü beni bu adamla haşretme!»

Tam bu sırada Cenâb-ı Hak’tan Îsâ u’a şöyle bir vahiy geldi:

«Bu iki kulumdan biri âlim, diğeri câhildir. Bununla beraber Ben ikisinin de duâsını kabul ettim.

Bu günahkâr, ömrünü heder etmiş ama inleyerek ve içi yanarak Bana yalvardı. Bir kimse kendini âciz görüp huzûruma gelirse, onu lûtuf, kerem ve ihsânımdan mahrum etmem. Onun günahlarını bağışlayıp Cennetʼime alırım.

Âbid adama gelince; mâdemki kıyâmette o günahkârla bir arada bulunmak istemiyormuş, hiç merak etmesin, günahlarından nedâmet duyan o ihtiyarı Cennetʼe, onu da Cehennemʼe alırım. Zira günahkârın ciğeri pişmanlık ateşiyle yandı; âbid ise ibadetine güvendi. Âbid bilmelidir ki, Benʼim yanımda zavallılık ve bîçârelik; gururdan ve kendini beğenmişlikten daha hayırlıdır.”

[İlim, makam, mevkî, servet ve şöhret, nasıl ki ham nefisleri gurur ve kibre sevk edebilirse; yaptığı ibadetler ve hayır-hasenât da rûhen olgunlaşmamış bir müʼmini gurura sevk edebilir.

Her iş, neticesine göre değerlendirilir. İnsanda nedâmet, acziyet ve ilâhî rahmete muhtaçlık hisleri uyandıran birtakım hatâ ve kusurlar, kendini Cenâb-ı Hakk’ın af ve mağfiretinden müstağnî görecek derecede rahatlığa sevk eden sâlih amellerden, daha hayırlı bir netice verebilir.

Zira kalben tekâmül etmemiş bir kulun hayır-hasenat ve amellerinin çokluğu, kendisini âdeta ebedî kurtuluşunu garantilemiş gibi görmesine sebebiyet verebilir. Yahut başkalarının amelini küçük görüp kendini beğenme gafletine sürükleyebilir. Nefsin bu tehlikeli tuzaklarına karşı, son derece dikkatli olmak gerekir.

Kendi hâl ve amelini beğenerek ibâdullâhı istihkār etmenin, yani Allâhʼın kullarını küçük görme gafletinin nelere mâl olabileceğini, şu hadîs-i şerîfler açıkça beyân etmektedir:

Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Bir kişi;

«‒Vallâhi, Allah falan kişiyi bağışlamaz.» diye yemin etti.

Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ:

«‒Falanı bağışlamayacağım hakkında Ben’im adıma kim (yemin edip) hüküm verebilir? Ben onu bağışladım, senin amelini de boşa çıkardım!» buyurdu.” (Müslim, Birr, 137)

Yine Allah Rasûlü r şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse (kendini üstün görüp diğerlerini küçümseyerek); «İnsanlar helâk oldu!» derse, kendisi onlardan evvel helâk olur.” (Müslim, Birr, 139; Ebû Dâvûd, Edeb, 77)

Velhâsıl, Allah katında kimin ne olduğunu bilemeyiz. Kalplerin pencereleri yalnızca Allâhʼa açıktır. Nitekim hor görülüp incitilen nice insan vardır ki, Allâh’ın sâlih kullarındandır.

Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:

“İnsanları arkadan çekiştiren, kaş-göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdır…” (el-Hucurât, 11)

Bunun içindir ki Hak dostu ârif kullar, bütün müʼminleri kurtulmuş, kendilerini ise âkıbeti meçhul bir mücrim gibi görerek, kalplerini dâimâ gurur ve kibirden korurlar. İlâhî gazaba dûçâr olma korkusu ve ilâhî rahmete nâiliyet ümidinin dengelediği bir gönül kıvamıyla yaşarlar.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Allâh’a el açıp yalvaran âsî; kafasında kibir taşıyan âbidden daha iyidir.”

“Allah’tan korkan günahkâr, ibadetine güvenen âbidden iyidir.”

[Kulun hiçbir ameli, kendisine lûtfedilmiş olan nîmetlerin şükür borcunu tam olarak ödemeye kâfî gelmez. Bundan dolayıdır ki sâlih ve ârif kullar, hattâ peygamberler dahî, hesap gününde yalnız amellerinin karşılığını bekleyerek değil, Allâh’ın af ve merhametiyle hesaba çekilmeyi arzu ederler.

Nitekim bir gün Rasûlullah r Efendimiz, ashâbını ifrat ve tefritten uzak, dengeli bir kulluk hayatı yaşamaya dâvet ederek:

“–Orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı.

Sahâbîler:

“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye hayretle sordular.

Efendimiz r:

“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremiyle beni bağışlamış olursa, o başka!” cevâbını verdi. (Müslim, Münâfikîn, 76, 78)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Bir adam, doğduğu günden, yaşlanıp öldüğü güne kadar Allah rızâsı için alnını secdeden kaldırmayıp gayret etse, o adam yine de kıyâmet günü amellerini az görür.” (Ahmed, c. IV, s. 185)

Yani bu derece ibadetli bir kul bile, kıyâmet günü sırf amellerinin, ebedî kurtuluşu için kâfî gelmeyeceğini, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine muhtaç olduğunu idrâk edecektir.

Hazret-i İbrahim u Allah yolunda evlâdıyla, canıyla, malıyla imtihan edildi. Sarsılmaz tevekkül, teslîmiyet ve itaati neticesinde Halîlullah / “Allâhʼın dostu” oldu. Gönlünde muazzam ufuklar açıldı. İlâhî kudret ve azamet karşısında müthiş bir hiçlik, yokluk ve acziyet hissiyâtına bürünerek Cenâb-ı Hakkʼa;

وَلَا تُخْزِن۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ

(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu. Yani o bile amellerine ve mânevî derecesinin yüksekliğine güvenmedi.

Fakat burada şu hususu da ifade etmeliyiz:

“Nasıl olsa hiç kimse ameli sayesinde kurtulamaz.” diyerek ibadet ve sâlih amelleri terk etmek de, nefis ve şeytanın tuzağına düşmek demektir. Bu sebeple, ilâhî rahmetin tecellîsine vesîle olacak en sağlam yolun, yine Allâh’ın rahmetini umarak îfâ edilen ibadetler ve sâlih amellerden geçtiğini aslâ unutmamak gerekir.

Nitekim bir hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hak:

“…Kulum kendisine farz kıldığım amellerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle de durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim…” buyurmaktadır. (Buhârî, Rikāk, 38)

Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf ve ihsânı yetişmezse, hiçbir amelimizin bizi kurtaramayacağının şuur ve idrâki içinde, sâlih ameller işlemeye gayret etmeliyiz. Fakat bütün kulluk gayretlerimizin de -tıpkı duâlarımız gibi- kabûle muhtaç olduğunu, hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Nitekim “Aşere-i Mübeşşere”, yani daha dünyada iken Cennet’le müjdelenen sahâbîlerden hiçbiri; “Biz artık kemâle erdik, maksadımıza ulaştık.” diyerek ve nâil oldukları nebevî müjdeye güvenerek, kulluk vazifelerini ihmâl etmediler. Aslâ gurur, kibir veya rehâvete kapılmadılar. Aksine; büyük bir kalbî rikkatle ve son nefese kadar sürekli artan bir gayretle, örnek bir kulluk hayatı yaşadılar.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Baktım ki bir derviş, başını Kâbe’nin eşiğine koymuş, yüzünü yere sürüyor ve ağlayıp sızlıyordu:

«Ey Gafûr ve Rahîm olan Allâh’ım! Sen bilirsin ki, çok zâlim ve çok câhil olan insan, kulluk vazifesini Sana lâyık-ı vechile yapamaz.

Sana ibadette kusur ettiğim için af dilemeye geldim. İbadetlerime güvenmiyorum.»

Âsîler günahlarından tevbe ederler. Âriflerse ibadetlerinden (Sana lâyık ibadet edemedikleri için) istiğfâr ederler.”

[Peygamber Efendimiz r geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde namaz kılıp istiğfâr ediyordu. Niçin böyle yaptığı sorulunca da:

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyuruyordu. (İbn-i Hibbân, II, 386)

Her türlü günahtan titizlikle sakınıp bütün ibadet ve sâlih amelleri en mükemmel kıvamda îfâ etmesine rağmen yine de:

“Allâh’ım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!”[1] niyâzında bulunuyordu.

Efendimiz r bu hâliyle; insanoğlunun Cenâb-ı Hakkʼa lâyıkıyla kullukta bulunmasının mümkün olmadığına, dolayısıyla bütün kulluk gayretlerine ilâveten, ilâhî rahmet ve mağfirete sığınmanın zaruretine işaret buyuruyordu.

Yine Efendimiz r “ismet” yani “günahsızlık” sıfatına sahip olmasına rağmen;

“Ben günde yüz defa istiğfâr ederim.” buyuruyordu. (Müslim, Zikir, 42)

Şüphesiz ki O’nun istiğfârı, herhangi bir günah veya isyan sebebiyle değildi. O’nun istiğfârı; Rabbine lâyıkıyla şükredememe, O’na lâyıkıyla kulluk edememe endişesindendi. Bir de Rabbine yakınlığı arttıkça daha önceki hâline duyduğu nedâmetten kaynaklanıyordu. Yani Efendimiz r, Cenâb-ı Hakkʼa olan yakîni her gün daha da arttığı için, bir önceki hâlinin noksanlığı sebebiyle de istiğfâr ediyordu.

Müʼminler olarak bizler de her gün Rabbimiz’e biraz daha yaklaşmanın gayreti içinde bulunup, farkında olduğumuz ve olmadığımız bütün hatâ, kusur ve noksanlıklarımız sebebiyle, çokça istiğfâr etmeliyiz.

Nitekim Hak dostlarının kulluk edebinde de, sâlih amelleri dahî istiğfarla tamamlayıp onlara makbûliyet kazandırma arzusu mevcuttur. Nitekim Muhammed Mâsum Sirhindî g bir nasihatinde şöyle buyurmuştur:

“Hem ibadet ve tâat üzere olun, hem de bu ibadetlerdeki kusurlarınız sebebiyle istiğfâr edin! Yaptığınız amelleri (dâimâ noksan olarak görün, onları hiçbir zaman) Allah Teâlâ’ya lâyık görmeyin!

Büyüklerden biri şöyle buyurmuştur: « اِعْمَلْ وَاسْتَغْفِرْ : Amel-i sâlihler işle ve hemen ardından istiğfâr et!» İşte kulluk edebi budur!”[2]

Yani Hak dostu ârif kullar, ibadetlerindeki kusurlar sebebiyle veya yaptıkları o ibadetleri Allâhʼa lâyık bir şeymiş gibi görerek nefislerine bir pay çıkarma endişesiyle istiğfâr ederler.

Dolayısıyla bizler de, havf ve recâ, yani korku ve ümit duyguları içinde Rabbimizʼe kullukta bulunmaya gayret etmeliyiz. Bununla birlikte amellerimize değil, Allâh’ın af ve rahmetine ümit bağlamalıyız.

İlim, irfan, güzel ahlâk ve takvâdaki yüksek derecesi sebebiyle kendisine “Güneşler Güneşi” denilen, büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de ebedî âkıbeti hakkında endişe duymuş, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için hüsn-i hâtime duâsında bulunmalarını talep etmiştir. Kardeşi Mahmud Sâhib’e de şu tavsiyelerde bulunmuştur:

“Hiç kimseyi hakir görme, kendini de hiç kimseden üstün görme! Bütün gayretini kalbî ve bedenî ibadetlere ver! Bununla birlikte kendini «hiç hayırlı amel işleyememiş bir zavallı» olarak gör!

Çünkü niyet, ibadetlerin rûhudur. İhlâs olmadan da niyet mümkün değildir. Senden daha büyük olanlara bile ihlâs gerekirse sana nasıl gerekmesin?!

Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum, sen ise beni kendinden daha hayırlı görüyorsun!

Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümidini kesme! Zira Allah Teâlâ’nın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

«De ki; Allâh’ın lûtfuyla, rahmetiyle, evet ancak bununla ferahlasınlar! Bu, onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.» (Yûnus, 58)

(Bununla birlikte;) şeytanın, akıllarıyla oynadığı kişiler gibi, Allah Teâlâ’nın fazlına güvenerek ibadetleri de aslâ terk etme!..”[3]]

Cenâb-ı Hak, bizlere kulluğumuzu, âcizliğimizi, hiçlik ve yokluğumuzu unutturmasın. Rızâsına medâr olacak sâlih amellere, cümlemizi muvaffak kılsın. İlâhî af ve mağfiretinden, rahmet ve inâyetinden, lûtuf ve kereminden bizleri mahrum etmesin.

֍

Kıymetli Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla, mübârek üç ayların ikincisi olan Şâbân-ı Şerîfʼe ulaşmış bulunuyoruz. Bu mübârek ayın ortasında -inşâallah- “Beraat Kandili”ni idrâk edeceğiz.

Ramazân-ı Şerîfʼin müjdecisi olan Beraat Kandilinizi şimdiden tebrik eder, amellerin Hak katına yükseldiği bu mübârek geceyi, cümlemizin ebedî kurtuluşuna vesîle kılmasını Yüce Rabbimiz’den niyâz ederiz.

Cenâb-ı Hak, bu mübârek günler ve geceler hürmetine; yüce dînimiz İslâmʼı râzı olduğu şekilde yaşayıp yaşatabilmeyi, cümlemize nasîb eylesin.

Vatanımıza, milletimize ve bütün ümmet-i Muhammedʼe birlik-beraberlik, huzur ve âfiyet ihsan buyursun.

Bilhassa Gazze ve Suriyeʼdeki mazlum din kardeşlerimizi lûtf u keremiyle selâmete çıkarsın.

Mevtâlarımıza rahmet, hastalara şifâ, dertlilere devâ, borçlulara edâ, bütün insanlığa hidâyet ve saâdet ihsân eylesin.

Âmîn!..

 

[1] Müslim, Salât, 222.

[2] Muhammed Mâsûm, Mektûbât, I, 83, no: 92.

[3] Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s. 138-141, no: 28.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle