Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Kim ki dünyada li-vechillâh esir âzâd eder,
Âhirette ol dahî âzâd olup görmez keder…
“Kim Allah rızâsı için dünyada bir esiri âzâd ederse âhirette de kendisi âzâd olur, hüzün ve keder görmez.”
[Tarih boyunca harp hukukunun bir neticesi olarak devam edegelen esirlik/kölelik müessesesi, günümüzde zâhiren ortadan kalktı. Fakat toplumlar “hürriyet” adı altında nefsânî arzularının esiri olan, şeytanın tasallutu ve bâtılın işgâli altında bulunan, dünyevî makam ve mevkînin müptelâsı, servet, şehvet ve şöhretin kulu-kölesi hâline gelmiş niceleriyle dolu…
Îmanlı ve ahlâklı bir insan, dünyevî plânda zâhiren bir köle de olsa, uhrevî bakımdan mesut ve bahtiyar bir kimsedir. Sabırla tahammül ettiği çile ve meşakkatler de, kendisi için bir ecir vesîlesidir. Hattâ zâhiren bir köle, hakîkatte ise bir mânâ sultânı olan nice müʼminler gelip geçmiştir.
Fakat bir insan, dünyada zâhiren hür olsa da, şayet nefsinin esiri, şeytanın kulu-kölesi olmuşsa, uhrevî bakımdan elîm bir azâba mahkûm demektir.
Dünya gelip geçici, âhiret ise ebedî ve esas hayat olduğuna göre, “esaret” ve “hürriyet” mefhumlarının asıl mânâsını, buna göre anlamak îcâb eder.
Eskiden kılıç kılıca haçlı seferleri vardı. Harpler, savaş meydanlarında olup biterdi. Bugün ise çok daha sinsi bir haçlı seferi, şekil değiştirerek devam ediyor.
Günümüzde küresel güçler; hâkim medya gücünü kullanarak, yani internet, televizyon, neşriyat, modalar ve reklâmlar vasıtasıyla, insanlarımızın âdeta ruhlarını esir alıyor, duygularına katran döküyor. Nesillerimizin iç dünyasını boşaltarak kendi süflî duygularıyla ve bâtıl fikirleriyle dolduruyor. Onları âdeta uzaktan kumandalı robotlara dönüştürüyor.
Bunun için günümüzde mideler tok olsa da ruhlar aç, zihinler dolu fakat kalpler boş… Ömrünün baharındaki nice gencimiz; çirkef medyanın kulu-kölesi, küresel istilâcıların gönüllü bir esiri hâlinde...
Mevlânâ Hazretleri, bu gaflet şaşkınlığını şöyle ifade ediyor:
“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır…”
Bosna’nın büyük mücâhid ve mütefekkir lideri Aliya İzzetbegoviç de şöyle der:
“Savaş, harpte yenilince değil; düşmana benzeyince kaybedilir.”
Maalesef günümüzde, kurda sevdalı kuzular gibi, düşmanlarına hayran olan, onların hayat tarzına özenen, âdeta cellâtlarına âşık nesiller yetişiyor.
Üstelik küresel çeteler, bu vaziyeti nefsânî yaldızlarla öyle makyajlıyor ki, tıpkı bir oltanın ucundaki solucana aldanan balıklar gibi, saf zihinler de, kendilerine dayatılan hayat tarzını “hürriyet” zannediyor. Bu mânâ karmaşası içinde; kaybolan kaybolduğunun, devrilen devrildiğinin farkına varamıyor. Derin bir gaflet şaşkınlığıyla, sefâlet çarşısında saâdet aranıyor…
Dolayısıyla bugün, fert ve toplum olarak kendi içimizde öncelikle cevabını bulmamız gereken en mühim sual; “ne kadar esir, ne kadar hür” olduğumuzdur.
Mevlânâ Hazretleri “esâret” ve “hürriyet” mefhumlarının hakîkî mânâsını şöyle îzah ediyor:
“Efendi, nefsinin emîri; köle ise esîri olandır.”
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de bu hususta şöyle buyuruyor:
“Unutma ki, eğer senin ipin dünyanın elinde olursa sen dünyanın kulusun… Eğer Azîz ve Celîl olan Allâh’ın elinde olursa Allâh’ın kulusun. Nefsinin elinde olursa nefsinin kulusun. Hevâ ve heveslerinin elinde olursa hevâ ve heveslerinin kulusun. İnsanların elinde olursa insanların kulusun...
Öyleyse dikkat et:
İpini umûmiyetle kimlere teslim ediyorsun? İpin, daha çok kimlerin elinde bulunuyor?..”1]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Kimisi bulduğun kapar,
Kimi doğru yoldan sapar,
Nefsi hevâsına tapar,
Nicʼolur bizim hâlimiz?!.
[Bugün toplumlar, dilleriyle ikrâr etmeseler de, hâl ve davranışları itibârıyla, dünyaya, fânîlere, nefse ve şeytana kul-köle olan nice gâfillerle dolu…
Hâlbuki, zerrelerin dahî hesabının verileceği kıyâmet gününde Cenâb-ı Hak soracak:
“Ey Âdemoğulları! Size; «Şeytana tapmayın!» diye emretmedim mi? «Ve Bana kulluk ediniz, doğru yol budur!» demedim mi?” (Yâsîn, 60-61)
Sâmi Efendi Hazretleri, bu âyet-i kerîmeleri zikrettikten sonra şöyle buyuruyor:
“Herkes, Cenâb-ı Hakk’ın kulu değildir, mahlûkudur. Kul olan; Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî emirlerini kâmilen îfâ eder, yasaklarından külliyen sakınır. İşte kul budur. Yoksa gaflet ile vakit geçirerek ibadet ve tâate ehemmiyet vermeyen kimseler, kul olamaz.
Bazıları da süs ve ziynete, paraya, mala muhabbet eder, paranın kuludur.”2
Şunu hiçbir zaman unutmamak îcâb eder ki, tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Yani Allah Teâlâ, kulunun kendisinden başkasına kulluk etmesine aslâ râzı olmaz. Hâlbuki insanoğlunun Rabbini bırakıp da en çok kulluk ettiği bâtıl ilâh, kendi nefsidir. Yani Allâhʼın emrini îfâya mânî olan keyfî kararlarıdır. İslâmʼın hükümlerine ters düşen “bana göre”leri ve “bence”leridir. Kulluk vazifelerini, sırf Allâhʼın emri olduğu için değil de, fânîlerin gözüne girmek veya onların gözünden düşmemek gibi, nefsânî beklentilerle bulanık olarak îfâ etmesidir.
Bundan dolayıdır ki âyet-i kerîmede buyruluyor:
“(Ey Peygamber!) Hevâ ve hevesini ilâh edineni gördün mü? Şimdi Sen mi ona vekil olacaksın?!” (el-Furkân, 43)
Hadîs-i şerîfte de:
“Yeryüzünde tapılan sahte ilâhlardan Allâhʼın en çok buğz ettiği şey, peşine düşülen hevâ ve hevestir.” buyruluyor. (Heysemî, I, 188)
Demek ki Hakkʼa kulluğun önündeki en büyük engel, kişinin kendi nefsine kul-köle olmasıdır. Hâlbuki Zünnûn-ı Mısrî Hazretleriʼnin buyurduğu gibi;
“Allâh’ın dostu olup nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!..”
Dolayısıyla günümüzde esir âzâd etmenin ecrine nâil olmak isteyen biri, evvelâ kendi nefsinin esâretinden kurtulmalıdır. Sonra da kendini toplumdan mesʼûl görerek, nefse ve şeytana esir olmuş, aklını ve kalbini bâtıl cereyanlara kaptırmış, zamâne şerlerinin müptelâsı ve dünyanın kulu-kölesi olmuş kimseleri âzâd edebilme gayesiyle, tebliğ ve irşad hizmetlerine koşmalıdır.
Diğer taraftan, son derece yüksek bir fazîlet olan köle âzâd etmek, bir insanı dünyevî bakımdan rahata kavuşturmaktır. Hâlbuki bir gönlün bâtıldan kurtulup îman ve irfân ile ihyâ olmasına, çirkin hâl ve davranışlardan kurtulup takvâ ile kemâle ermesine vesîle olmak, onun ebedî hayatını kurtarmak demektir.
Kurʼân-ı Kerîmʼde beyân edildiği üzere, bir insanın maddî hayatını kurtarmak, bütün insanlığı kurtarmak gibi büyük bir ecir kazandırırsa,3 bir gönlü ihyâ ederek onun ebedî kurtuluşuna vesîle olmaya, Cenâb-ı Hak, kim bilir ne büyük mükâfatlar ihsân eder…
Nitekim Rasûlullah(s.a.v) Efendimiz, Hazret-i Ali (r.a)ʼı Hayberʼe gönderirken ona;
“Allâhʼa yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakkʼın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete erdirmesi, (en kıymetli dünya nîmeti sayılan) kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” buyurmuştur. (Buhârî, Ashâbuʼn-Nebî, 9; Cihâd, 143)]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Dûna bakmaz himmeti bâlâ olan,
Dîni gözler âkil ü dânâ olan,
Yarın âmâdır bugün âmâ olan,
Ârif isen aç gözün merdâne bak…
“Gayreti ve gönül ufku yüce olan, alçak ve süflî olana îtibâr etmez, değer vermez!
Akıllı ve âlim olan, her işinde evvelâ dînini gözetir, dînin emrine göre hareket eder.
Bugün dünyada ilâhî hakîkatlere âmâ olan, yarın âhirette âmâ olarak diriltilir.
Ârif isen gaflet uykusundan gözünü aç da, her şeye mertçe, yani Allah adamlarına yakışan bir nazarla bak!”
[Bu imtihan âleminde bir ebediyet yolcusu olduğunun farkında olan bir kul, fânî dünyaya gönül kaptırmaz. Allâhʼın tâlibi olan, Oʼnun sevmediklerine bağlanmaz. Gerçek bir müʼmin, her işinde Allâhʼın rızâsını hedefler. Bu cihandaki en mühim, en öncelikli, en hayatî vazifesinin, Allâhʼı râzı etmek olduğu şuuruyla yaşar.
İbn-i Abbâs (r.a), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in, kendisine bir defasında şu tavsiyelerde bulunduğunu nakleder:
“Allâh’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun.
Allâh’ı(n rızâsını) her işte önde tut, Allâh’ı önünde bulursun...” (Tirmizî, Kıyâmet, 59)
İşte îman firâsetine sahip bir müʼmin de, her hususta dînini gözetmelidir. Meselâ:
Eşini-dostunu seçerken; dindar, ahlâklı, takvâ ehli olanı tercih etmelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“Kadın, dört şeyi, yani malı, güzelliği, soyu-sopu ve dindeki kemâli için nikâhlanır. Siz dindar olanını tercih ediniz ki elleriniz hayır görsün!..” buyurmuşlardır. (Buhârî, Nikâh, VI, 123; Müslim, Radâ, 53)
Tabiî ki bu hadîs-i şerîf aynı zamanda, evlenilecek bir erkekte aranması îcâb eden hususları da ihtivâ etmektedir.
Yine Efendimiz (s.a.v) dost seçimi hususunda da:
“Kişi dostunun dîni üzeredir. Onun için her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin!” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Edeb, 16/4833)
Yine bir müʼmin; iş hayatında, alışverişinde, ticârî hayatında dînin emir ve nehiylerini gözetmelidir.
Nitekim Hazret-i Ömer (r.a);
“Bizim çarşımızda dîni(n ticâret kâidelerini) bilen kimseler satıcılık yapsın.” buyurmuştur.4
Yine Hazret-i Ömer (r.a), ashâb-ı kirâmın şüpheli şeyler hususundaki titizliğini şöyle dile getirmiştir:
“Biz, fâize düşme korkusu ile, on helâlden dokuzunu terk ettik.”5
Yine bir müʼmin, şayet ümmetin mesʼûliyetini yüklenmiş bir idareciyse, dîni gözetip hak ve adâletten aslâ tâviz vermemelidir. Bunun içindir ki yine Hazret-i Ömer t;
“İdareci olmadan evvel, dînî ilimleri öğreniniz.” buyurmuştur.
Yine bir müʼmin; şayet anne veya babaysa, evlâtlarının tahsil ve terbiyesinde, dînî hassâsiyetleri önde tutmalıdır. Onların dünyevî istikbâli için gösterdiği gayret ve ehemmiyetten daha fazlasını, ebedî istikbâli için göstermelidir.
Velhâsıl, îman firâsetine sahip bir müʼmin, hayatının her safhasında dînini ön plânda tutmasını bilen kimsedir. Böyle bir hassâsiyeti olmayan, yani hayatında dînin emir ve nehiylerini ihmâl eden kimseleri, Hüdâyî Hazretleri kalp gözleri körelmiş kimseler olarak tarif ediyor.
Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Kim de Ben’im zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz.
O da şöyle der: «Rabbim! Dünyada gören bir kimse olduğum hâlde, niçin beni kör olarak haşrettin?»
(Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” (Tâhâ, 124-126)
Hakîkaten Cenâb-ı Hak; gönderdiği peygamberlerle, kitaplarla, kâinat kitabında sergilediği kevnî âyetlerle, insanoğlunu dâimâ Cennetʼe davet ediyor. İşte bu davetlere sağır kesilen ve onları görmezden gelenler, kalpleri ilâhî hakîkatlere kapalı olan bedbaht kimselerdir.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Dünyayı muhkem6 tutarlar,
Dîni yabana atarlar,
Cennetʼi yoğa satarlar,
Nicʼolur bizim hâlimiz?..
[Dünyevî ve nefsânî menfaatler uğruna, dinden, îmandan, ahlâktan tâviz vermek, fânîlere kendini beğendirebilmek için hak ve hakîkatten sapmak, kişinin âhiretini elîm bir azap faslına çeviren büyük bir aldanıştır.
İnsanlık tarihi, azıcık bir dünyevî menfaat için hak ve hakîkatten saparak âhiretini satan din bezirgânlarına da şâhit olmuştur; bunun zıddına, canları pahasına îman ve istikâmetlerini koruyup Allâhʼa sadâkat gösteren îman kahramanlarına da…
Meselâ; putperest bir kavme karşı tevhid mücadelesi veren Hazret-i İbrahim u, Allah için ateşe atılmaya râzı oldu. Canından geçti, can buldu. Malını cömertçe bezletti, “Halil İbrahim bereketi”ne nâil oldu. Oğlu İsmâil’i Allah yolunda kurban etmeye râzı oldu, evlâdına bedel Cennetʼten bir koç indirildi.
İsmail (a.s) da babası İbrahim (a.s) gibi Allâhʼın emrine teslîm olarak canını vermeye râzı oldu, Cenâb-ı Hak onu kurtarıp neslinden Peygamber Efendimiz (s.a.v)ʼi göndermekle muazzam bir şerefe nâil eyledi. Her ikisi de kendilerini Allâh’ın emrini îfâdan alıkoymak isteyen şeytanı taşladı, nefse ve şeytana aslâ tâviz vermedi.
Habîb-i Neccâr, zâlimler tarafından taşlanarak can vermek pahasına tevhîdi müdâfaa edip tebliğde bulunarak şehâdet şerbetini içti.
Gördükleri mûcize karşısında îmanla şereflenen Firavunʼun sihirbazları, canlarını ve dünyalarını değil, îmanlarını ve âhiretlerini kurtarma endişesiyle şehîd oldular.
Zâlim Ashâb-ı Uhdûdʼun ateş dolu hendeklere attıkları mü’minler de, inançlarından tâviz vermedikleri için şehâdet şerbetini içtiler.
İlk Îsevîler, sirklerde aslanların dişleri arasında parçalanmak pahasına, îmanlarını muhafaza ettiler.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, İslâmʼı tebliğden vazgeçmesi için Mekkeli müşriklerin servet, şehvet ve şöhret teklifleriyle sınandı. Fakat Efendimiz (s.a.v):
“‒Vallâhi, Allâhʼın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneşʼi sağ elime, Ayʼı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya Allah Teâlâ onu bütün cihâna yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” buyurdu. (Bkz. İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64)
Velhâsıl insanlık tarihi boyunca İslâm, fedakârlıklarla devam ederek bugünlere geldi. Bizler de, peygamberlerin, evliyâullâh’ın, sâlih ve sâdık mü’minlerin sergiledikleri sarsılmaz sadâkat ve fedakârlıkların tefekküründe derinleşerek, onların bu güzel hâllerinden hisseler almaya gayret göstermeliyiz. Zira âhirette onlarla beraber olmak istiyorsak, bugün bizler de onlar gibi îmanda sadâkat göstermek mecburiyetindeyiz.
Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;
“Allah, (kıyâmet günü) şöyle buyuracak: «Bugün, sâdıklara (doğruluktan ayrılmayanlara), sıdklarının (doğruluklarının) fayda vereceği gündür.» Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Oʼndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” (el-Mâide, 119)
Allah için canları pahasına istikâmetlerinden tâviz vermeyip tarihin altın sayfalarına adları yazılan îman kahramanlarına mukâbil, dünyevî ve nefsânî menfaatler karşısında akılları başından giden, irâdeleri eriyen, ayakları kayan bedbahtlar da tarihin çöplüğüne düşerek insanlığa bir ibret dersi olmuşlardır.
Nitekim; önceleri sâlih bir kul iken, servetle imtihan edildiğinde şımarıp azgınlaşan Kârun, -Hüdâyî Hazretleriʼnin tâbiriyle- dünyaya sarılarak dînini yabana atan ve Cennetʼi yok pahasına satan bedbahtlar kervanına dâhil oldu.
İsrâiloğulları içinde âlim ve velî biri olarak tanınan Belʻam bin Bâûrâ, Allah Teâlâʼnın ism-i âzamı öğrettiği, kerâmet sahibi, sâlih bir kuldu. Fakat sonradan hevâsına / nefsânî arzularına meyletti. Neticede, o mânevî hâlini kaybetti, hattâ îmânsız olarak öldü.7
Aynı şekilde, Tevratʼtan işlerine gelmeyen hükümleri bile bile gizleyip hakîkati örten, bildikleriyle amel etmeyen, dünyevî menfaatlerini kaybetmemek için tebliği ihmâl eden Benî İsrâil âlimleri, -Kurʼânî tâbirle- kitap yüklü merkepler8 derekesine düştüler.
Romaʼnın ağır baskı ve zulmünden kurtulmak ve hükümdarlara kendilerini kabul ettirebilmek için; “Sezarʼın hakkı Sezarʼa!” diyerek dînin dünya hayatına dâir hüküm koyma salâhiyetini -hâşâ- Allahʼtan alıp fânîlere veren, dînin içtimâî hayattaki muâmelâtını iptal ederek onu mâbede hapseden, kendi nefsânî yaşayışlarına uydurmak için İncilʼi istedikleri gibi tahrif eden, tevhîd akîdesini bozarak teslisʼe, namazı âyine, orucu perhize, sünneti vaftize çeviren hristiyan din adamları da aynı hazin âkıbetin yolcusu oldular.
Tıpkı bu bedbahtlar gibi günümüzde tarihselciler de, Kurʼân-ı Kerîmʼi ve hadîs-i şerîfleri kendi nâkıs akıl ve anlayışlarına göre tahlil ederek, dinler tarihindeki tahrif hareketlerinin bugünkü temsilcileri olmaya çalışıyorlar.
Hakkında nass bulunan, yani âyet veya hadis vârid olmuş bir dînî hükümde, herhangi bir kıyas veya akıl yürütmeyle farklı yönde bir içtihad yapılması mümkün değilken, bu bedbahtlar, âdeta Allah ile cidâle girercesine, dinde tâdilâta kalkışıyorlar.
Unutmamak îcâb eder ki, Allâhʼa karşı ilk cidâle giren, iblistir. İblis ise bu küstahlığının neticesinde, ilâhî huzurdan kovulup lânete dûçâr olmuştur.
Bugün de Kurʼânʼın “mîras hukuku” gibi birtakım ahkâmını beğenmeyip değiştirmeye yeltenenler, yaptıkları bu îtirazlar sebebiyle, iblis ile aynı âkıbetin yolcusu olmaktan endişe etmelidirler.
Şu tarihî hakîkat de çok ibretlidir ki; ecdâdımız Osmanlı, Kurʼân-ı Kerîmʼe cân u gönülden râm olup onu muhabbet ve teslîmiyetle rehber edindiğinde, fetihlerden fetihlere koştu. İslâmʼı samimiyetle yaşayıp yaşattığında, 400 çadırlık bir aşîretten, kısa zaman zarfında 24 milyon km2, yani bugünkü Türkiyeʼnin 30 misli büyüklüğünde, muazzam bir cihan devleti hâline geldi.
Fakat Lâle Devriʼnde olduğu gibi cihad rûhu zayıflayıp dünyaya meyil ve nefsânî zevklere düşkünlük başlayınca, Tanzîmatʼta olduğu gibi Batıʼya râm olunup Kurʼân ahkâmından tâvizler verildikçe; müslümanların düşmana korku salan haşmet, savlet ve heybeti eridi, düşmanın cesareti arttı ve neticede yıkım kaçınılmaz oldu.
Bu acı manzara, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin şu îkazını hatıra getiriyor:
Efendimiz (s.a.v) bir defasında:
“‒Size saldırmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya üşüşen yiyiciler gibi birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.” buyurmuştu.
Orada bulunanlardan biri:
“–O gün sayıca az olacağımız için mi bu durum başımıza gelecek yâ Rasûlâllah!?” diye sordu.
Efendimiz (s.a.v):
“–Hayır, bilâkis o gün siz çok olacaksınız. Lâkin sizler, bir selin getirip yığdığı çer-çöp misâli, hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumuna düşeceksiniz. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalbinize zaafı atacak!” buyurdu.
“–Zaaf da nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorulunca:
“–Dünya sevgisi ve ölüm korkusudur!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5/4297)
Velhâsıl ecdâdımız Osmanlı, İslâmʼı ve Kurʼânʼı baş tâcı ettiği zaman, Edebali Silsilesinden, Akşemseddinlerden, Ebu’l-Vefâlardan, Hüdâyîlerden, velhâsıl Hak dostu âlim ve âriflerden feyz ve duâ aldığı vakit, izzet ve şerefle yüceldi. Buna mukâbil, gönüllerde dünya meyli arttıkça, Batı hayranlığı neticesinde dîni ilerlemeye engel olarak gören gâfiller çoğaldıkça, gayr-i müslimleri memnun etmek için tâvizler verildikçe; ilâhî nusret ve inâyet kalktı, Cenâb-ı Hak nîmetini geri aldı.
Ne hazindir ki Osmanlıʼnın tarih sahnesinden çekilmesiyle koca bir İslâm âlemi başsız kaldı. Bir aslan öldü, bakiyesinden 70 tane devlet kuruldu. Bir aslan yavrusu olarak bugün yalnız Türkiyemiz kaldı. Türkiyemizʼin düştüğü yerden ayağa kalkması, ümmet-i Muhammedʼe örnek ve lider olacak şekilde, yeniden İslâm, îman ve güzel ahlâk ile ihyâ olması için, kalbî ve fiilî duâlarda bulunmayı ihmâl etmeyelim.]
Cenâb-ı Hak, karşılaştığımız bütün imtihanlarda his ve fikirlerimizi, hâl ve davranışlarımızı rızâsıyla teʼlif eylesin. Her hâlükârda Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşayıp müslümanlar olarak can verebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser kılsın.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) el-Fethu’r-Rabbânî, sf. 354-355, Uyanış Yayınevi, İstanbul 1987. 2) Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Musâhabe c. 4-5-6 sf. 601, Erkam Yayınları, İstanbul, 2021. 3) Bkz. el-Mâide, 32. 4) Tirmizî, Vitr, 21/487. 5) Ali el-Müttakî, IV, 187/10087. 6) Muhkem: Sağlam, sıkı. 7) Bkz. el-Aʻrâf, 175-176. 8) Bkz. el-Cumʻa, 5.
YORUMLAR