Üzerimizde sayısız nimetler var. Hangisi daha kıymetlidir, sadece veren bilir. Ama göz bir yere kadar görüyor. Kulak bir frekansa kadar işitiyor. El bir yere kadar tutuyor. Ayak bir mesafeye kadar gidiyor. Vücut bir hadde kadar dayanıyor. Sevmek öyle değil. İnsan sınırsız sevebiliyor. Kalbin hududu yok. Sevginin sınırsızlığı her şeyin sınırlı olduğu bir dünyada ne mânâya geliyor? Aslında mânâ açıktır: Biz sınırlı bu dünyaya sınırlı özelliklerimizle sınırsız bir varlığı sevebilmek için geldik. O sınırsız varlık Rabbimizdir.
Sevgi kabiliyetimiz sınırsız, çünkü biz Rabbimizi sevebilmek için yaratıldık. Rabbimiz bizim kendisine veli olmamızı istiyor. İnsan bu zor işi başarabilecek bir kapasite ile gönderildi. Kalbimiz bir sevgi reaktörü gibi bunun için çalışıyor. Her atışında sadrımıza sevgi tohumları saçıyor. O tohumlar sadır toprağında yeşermek için bir muhatap arıyor. Muhatap başka bir sadırdır. Muhatabın sadır aynasında kendisini temaşa eden, sevginin tadını alıyor. Muhatapta hissettiğimiz sevgi, aslında kendimize duyduğumuz sevgidir, çünkü tabımızda egoizm esastır.
Egoizm ya da bencillik mahza kötü değildir. Kalpteki sevgi tohumunun doğru adresi bulması için bir muharriktir. Zira herkes ancak kendi cinsinden olanı sever. İnsanlar madenler gibidir. Herkesin özü farklıdır. Birbirlerini çekenler ya aynı cinstendir ya da birbiri ile ülfetten istifade edendir. Sevgi tohumu muhatabın sadrı ile buluşup bir kez yeşerdi mi yönelişi kalıcı hale getirmek ister. Talep, cemal ve kemaledir. Muhatabın talebe cevabı yönelişin istikametini belirler. Bu nokta sevginin erdirici mi yoksa tüketici mi olduğunun cevabının verileceği noktadır.
Sevgi cemal ve kemal talep eder. Bunu bir noktaya kadar herkes karşılayabilir. Ama içimizdeki sevgi reaktörünün taleplerini hiçbir faninin sürgit doyurmasına imkân yoktur. Kalp ancak ve ancak mutlak cemal ve kemal sahibi için yaratılmıştır. Onun yöneliş ve talepleri bir noktadan sonra esas adresine yönlendirilmek zorundadır. Bu noktada muhatap, kalbini bir yansıtıcı gibi kullanır ve sadrına akan sevgiyi doğru adrese yönlendirirse sevgi alanı da vereni de gönendirir. Doğru adres, mutlak kemal ve cemalin sahibi Rabbimizdir.
En çok sevilecek olan Allah’tır. Kalplere sevgi eken de O’dur. Kalbini Rabbine tahsis edebilen, kalbinin berraklığınca doğru adresten akseden bir sevgi ile beslenmeye başlar. Böyle bir kalbin muhatapları, bir faniyi sevdikleri halde her kemal ve cemal talebinin behemehâl karşılandığını fark ederler, zira sevgileri muhatapta tükenmez, asıl doğru adrese yansıtılır. Bu şekilde sevgisini doğru adrese teslim eden, zamanla birçok adrese sevgi teslim edebilecek bir dağıtıcıya dönüşür. Herkesi ve her şeyi sever ama sevgisi ne kendisini ne de muhatabını tüketir, çünkü mutlak kemal ve cemalin sahibinden patentli bir sevgi ile beslenmekte ve beslemektedir.
Kalbini bir yansıtıcı yapmayı beceremeyen, akan sevgiyi kendi haznesinde tutmaya çalışır. Bu sıkıntılı bir durumdur ve bir müddet sonra ortaya birbirine dolanmış iki kalp çıkarır. Birbirine dolanmış iki kalp, bir faninin başka faniyi kendi fenâsına mahkûm etmesi demektir. Bir faniye ölçüsüz sevgi beslemek o sevgi ile örülmüş bir hapishanede yaşamaktır. Aşığın sevdiğine ya da kimi ebeveynin evladına ölçüsüz sevgisi böyle bir muhabbet tutsaklığıdır. Muhabbet tutsaklığı, terbiye edilmemiş sevginin nasıl zıddına dönüşebileceğinin en bariz göstergesidir.
Muhabbet tutsağı, bir fâninin sevgisinde tıkanmıştır. Ne yansıtan ne de yansıtılan bir sevginin ördüğü daraltıcı iklimde boğulmaktadır. Sevgi fânî olanda kilitlenirse haddini aşar, zıddına dönüşür, hem sahibini hem de kendisini alçaltır. Sahibi, sevgisinin tükettiğini hissedemez, hâlbuki muhatabı tarafından artık sevilemez hale gelmiş, yönelişi nefrete müncer olmuştur. Sevgi ebedi olana sevk edilebilirse bekâ kazanır, hem sahibini hem de kendisini yüceltir. Sahibi göklerde ve yerde sevilen birisi olur, sevgisi ilâhî bir kimlik kazanır. Muhatabını müstait ise erdirir.
Sevgi en büyük imkânımız, aynı zamanda en büyük imtihanımızdır. İmkânımızdır, çünkü “amellerin en üstünü Allah için sevmektir” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 2). İmtihanımızdır, çünkü sevginin doğru adrese yöneltilmesi kolay değildir. Kalbi istikamette tutmanın yolu sevgi terbiyesinden geçer. Sevgi terbiyesi almış bir kalp, sevgisini kime, ne zaman ve ne ölçüde yönelteceğini bilir. Daha da önemlisi sevgisini dengeleyecek iki menfi hissi, nefret ve korkusunu nasıl yöneteceğine vâkıftır.
Hümanist sevgi tellalları nefret ve korkuyu sevginin karşısına konuşlandırır. Aslında bu iki his erdirici ve eğitici sevginin ayrılmaz bileşenleridir. İnsanın sevgisi nasıl iyi olan bir şeye karşı kendiliğinden ortaya çıkarsa, nefreti de iyi olmayan bir şeye karşı kendiliğinden ortaya çıkar. İnsan sadece severek var olamaz, çünkü düşmanları vardır. Düşmanlarını tanımak, dahası karşısına alıp düşman edinmek zorundadır. Düşmana sevgi ile yaklaşılmaz, düşmana yakışan nefrettir. Nefreti düşmana tahsis edemeyen, dostuna gereken sevgiyi gösteremez.
Erdirici ve eğitici sevginin mütemmim bir diğer cüzü de korkudur. En çok sevilmeye lâyık olan Rabbimiz aynı zamanda mekrinden emin olunmayacak derecede müstağnidir. Korku, sevginin asaletinin bir şartıdır. Seven, sevdiğini sultasına almak ister. Kalp içine aldığını, kendisi yapmak ister. En çok sevgiye lâyık olan, sultasına alınamayacak kadar yüce, hulul edilemeyecek kadar azimdir. Böyle bir Zât-ı Müteâl’in sevgisine O’ndan korkmadan erilemez. Böyle birisine yönelik sevgi ne kadar artarsa korku da o kadar artar. Müteâl olana sevginin dengesi korkudadır. Korkusu olmayanın yüce, erdirici ve eğitici sevgiden behresi yoktur.
Modern dünya insanı sadece sevgi odaklı bir konuma yerleştirerek nefret ve korku düşmanlığı yapıyor. Sevgi ne nefretsiz ne de korkusuz kemaline ulaşamaz. Bu iki his olmadan ne sevginin terbiyesi mümkündür, ne de adaleti sağlanır. Korku ve nefret adresleri bilinmeyen bir sevgi talebi, insanın insana tahakkümünü doğurur. Bu iki hissin eşlik etmediği sevgi, hakiki sevginin düşmanıdır ve varlığın özü olan sevgiyi kökünden kazıma amaçlıdır. Bu bir şeytan projesidir.
Hakiki sevgi düşmanın kim olduğunu bildiren ve sevdiğinden korkuyu gerektiren bir sevgidir. İnananların en çok Kendisini sevmesi gerektiğini ifade eden Rabbimiz, korku bahsine gelince de kullarından değil kendisinden korkulmasını istemektedir. Kendileri Allah’ı seven, Allah’ın da kendilerini sevdiği mü’minlerin en önemli özellikleri kendilerinden olanlara karşı alçak gönüllülükleri kadar inkârcılar karşısında onurlu duruşlarıdır. Sevgi terbiyesi, kimi sevdiğini bilmek kadar kimin yanında ve kimin karşısında olduğunu tayin etmek demektir.
BİR TEK AYET
BİRÇOK DERS
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine yakında öyle bir nesil getirecek ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihâd ederler ve kendilerine dil uzatan hiçbir kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın öyle bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, lütfu ve rahmeti pek geniş olan, her şeyi hakkiyle bilendir. (Maide, 54)
Sevgi yukarıdan aşağıya akar. Allah dilemeden dileyemeyeceğimiz gibi Allah sevmeden de sevemeyiz. İnsan oluşumuz, sevilme ve sevme istidadı ile gönderildiğimizin bir delilidir. Ama irademizi bir kemal yolculuğuna sevk etmeden bu istidadımız açığa çıkmayacak. Kemal yolculuğunun yolu ve yöntemi din ile bildirilmiştir. Din bizim bu dünyada sadece bulunuş maksadımızı değil, nasıl ve neyi öne alarak yaşamamız gerektiğini de tayin eder.
Kimi bedbahtların İslam’ı ve Müslümanları küçümseme bahanesiyle dillerine pelesenk ettiği “dincilik” yaftası aslında insanın şu dünya hayatındaki asıl gayesi ve maksadıdır. İki dünyada kurtulmak isteyenin “dinci” olmaktan başka çaresi yoktur. Dincilik, sadece hayatını dini esaslara göre yaşamak demek değildir; dincilik aynı zamanda dinin hayatın merkezi ve mihveri olması gerektiğinin de herkese kabul ettirilmesidir. Dinin yalnızca Allah’a ait olması, dünyada yaşayan her insanın dinin maksadından haberdar olup, kabul ya da red anlamında bir tercihle baş başa bırakılmasına dair bütün engellerin ortadan kaldırılmasını ifade eder.
Allah’ın kendilerini sevdiği, dolayısıyla Allah’ı sevenlerin en önemli özelliği dini hayatlarının merkezi ve mihveri yapmış olmalarıdır. Böyleleri kendi aralarında merhameti esas alır, inkârcılara karşı onurlu bir duruş tercih ederler. Onurlu duruş, inkârcıların seçimini yüzlerine vuran bir duruştur. İzzet İslam’dadır. İslam’ı inkâr eden zillete duçar olmuştur. Muhatabın zilletini hatırlatmak ona karşı izzetli duruşla mümkündür.
Allah’ın kendilerini sevdiği, dolayısıyla Allah’ı sevenlerin bir diğer önemli özelliği Allah için çalışmayı ve gayreti hayatlarının ana gayesi haline getirmiş olmalarıdır. Cihad, mü’minin mesleğidir. İslam’da ruhbanlık yoktur. İslam’ın ruhbanlığı cihaddır. Cihad, İslam ile insan arasındaki engellerin kaldırılmasıdır. Mücahidler bu uğurda her türlü gayreti sergiler, yerine göre insanlara rağmen insanlar için çalışmaktan geri durmazlar. Kınayanın kınamasına aldırış etmemek şeklindeki bu tavizsiz duruş aslında onlara sevgilerinin ikramı bir lütfu ilahidir. Rabbimizden hepimizi bu lütfa eriştirmesini niyaz ederiz.
YORUMLAR