Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Varlık Senʼindir ser-te-ser,
Sen halkedersin hayr u şer,
Yok gayrıdan nef‘ u zarar,
Senʼden Sana sığınırım!..
[Hüdâyî Hazretleri bu şiirinde Cenâb-ı Hakkʼa şöyle ilticâ ediyor:
“Yâ Rabbi! Baştanbaşa bütün cihan ve kâinat Sana aittir. Hayrı da şerri de yaratan Senʼsin. Senʼden gayrısının (gerçek mânâda) ne faydası ne de zararı vardır. (Dolayısıyla) Senʼden yine Sana (yani gazabından rızâna, azâbından rahmetine) sığınırım…”
Düşünmeliyiz ki bütün insanlar mânî olmak isteseler de, Allâhʼın takdîr ettiği bir hayrı engelleyemezler. Yine bütün insanlar bir araya gelseler, Allâhʼın takdîr ettiği bir şerrin gerçekleşmesine engel olamazlar. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yunus, 107)1
Hayat ve kâinâta ârifâne bir nazarla bakan Hak dostları, her hâdisenin “gizli ve hakîkî fâil”inin Cenâb-ı Hak olduğunu, gönül gözüyle temâşâ ederler. İyiliğini veya kötülüğünü gördükleri fânîlerin, birer gölge varlık hükmünde olduğunu bilirler. Başlarına gelen bütün hayır ve şer tecellîlerinin, aslında ilâhî imtihanlardan ibaret olduğu şuuruyla yaşarlar.
Bu sebeple Hak dostları;
–Fânîlere haddinden fazla ne güvenirler ne de gücenirler.
–Rızka takılıp Rezzâkʼı, fânîye aldanıp Bâkîʼyi unutma hamâkatinden titizlikle sakınırlar.
–Dünyaya dayanıp onun Hâlıkʼını unutma şaşkınlığına dûçâr olmazlar.
–Sebeplere tevessül etmekle birlikte, onlara gereğinden fazla îtibâr ederek “Müsebbibüʼl-Esbâb” yani sebeplerin sebebi olan Cenâb-ı Hakkʼı unutma gafletinden, kalplerini korurlar.
Onların gönül kıvamını, şâir ne güzel hulâsa eder:
Ne kahrı dest-i âdâdan, ne lûtfu âşinâdan bil,
Umûrun Hakkʼa tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâʼdan bil.
Yani; “Ne başına gelen belâ ve musîbet gibi kahır tecellîlerini düşman elinden bil, ne de karşılaştığın iyilik ve güzellik gibi lûtuf tecellîlerini dostlarından bil! Sen işlerini Allâh’a havâle et ve her şeyin Cenâb-ı Kibriyâ’dan geldiğinin farkında ol!..”
Velhâsıl kadere îman eden bir müʼmin;
–Başına acı veya tatlı herhangi bir hâdise geldiğinde, evvelâ onlardaki ilâhî murâda dikkat kesilmelidir. Kendisine verilmek istenen mânevî mesajları gönül gözüyle okumalıdır.
–Şayet bir musîbetle imtihan edilmişse, şikâyeti unutmalı, tevbe ve istiğfarını artırıp hâlini ıslâha daha çok gayret göstermelidir.
–Dâimâ sabır, rızâ ve tevekkülle Rabbine sığınmalıdır.
–Başına gelen kahır tecellîleri sebebiyle kendini aslâ keder ve ümitsizlik girdabına bırakmamalıdır. Bilâkis ne kadar büyük bir musîbetle imtihan edilirse edilsin;
حَسْبُناَ اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!” diyerek, gönül huzurunu korumalıdır.
–Bir nîmet veya muvaffakıyete eriştiğinde ise, yine bunun da ilâhî bir imtihan olduğunu bilip Allâh’a şükretmelidir. Böylece hamd, şükür ve rızâ ile, her hâlükârda mânen kazançlı çıkmalıdır.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Her ne takdîr etse ol Kâdir İlâh
Cümlesi hikmetledir bî-iştibâh2
[Kâinatta hiçbir abes yoktur. Hiçbir şey boş yere ve hikmetsiz yaratılmamıştır. Cenâb-ı Hakkʼın her işinde sayısız sır, hikmet ve ibretler bulunmaktadır. Bütün mahlûkat ve hâdisat da gönül gözüyle okunması gereken kevnî âyetlerdir. Cenâb-ı Hak bunlardaki ibret ve hikmetlere âgâh olmamızı arzu etmekte ve;
اَفَلَا تَعْقِلُونَ
“...Akletmez misiniz?” (el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169...)
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ
“...Hiç düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50) buyurmaktadır.
Bununla birlikte, idrâkimizi aşan hususlarda da ilâhî hikmete kalben râm olarak teslîmiyet göstermemizi arzu etmektedir.
Zira Cenâb-ı Hak -imtihan hikmetine binâen- bazı hâdiselerin dış görünüşünü hayır olarak tecellî ettirirken, iç yüzünü kahır olarak takdîr edebilir. Bazen de tersi olur. Yani bazı hâdiselerin dış yüzü kahır gibi görünürken, onun iç yüzü hayır olarak takdîr edilmiştir.
Bu sebeple müʼmin, her hususta ilâhî emirlere râm olmalı, aklının idrâk etmekte acze düştüğü durumlarda da kalben teslîmiyet göstermelidir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Gerçekten de çoğu insan, hikmetini bilmediği nice kahır sûretindeki tecellîlere başlangıçta pek üzülür. Onda saklı olan ilâhî rahmeti göremez. Bazen de lûtuf sûretindeki tecellîlere kendini kaptırır ve onların içinde gizli olan kahrın farkına varamaz.
Rivâyet edilir ki, içlerinde sâlih bir zâtın bulunduğu bir Arap kabîlesi vardı. Bu kabîle, o zâtın sohbet, irşad ve nasihatlerini dinler ve gönüllerine istikâmet verirlerdi. Bir sabah kalktıklarında bütün köpekleri ölmüş buldular. Doğruca o sâlih zâta gidip durumu anlattılar. O da kısa bir murâkabeden sonra tevekkülle:
“–Onların ölümü, umulur ki sizin için bir kurtuluştur!” dedi.
Ertesi gece bütün horozlar öldü. Yine bu zâta geldiler. Aldıkları cevap aynı oldu:
“–Onların ölümü, umulur ki sizin için bir kurtuluştur!”
Bunun üzerine içlerinden biri sordu:
“–Efendim, köpekler bekçilerimiz, horozlar da müezzinlerimiz idi. Bunların ölümünde bizim için nasıl bir fayda olabilir ki?”
O sâlih zât da:
“–Bütün sır ve gizlilikleri bilen Allah Teâlâ’dır. Elbette ki O, bu hâdisenin içine, bizim aklımızın ermeyeceği büyük bir hakîkat gizlemiştir.” dedi.
Bundan bir sonraki gece ise kabîlede kimsenin ateşi yanmadı. Herkes; “Acaba nasıl bir belâ geldi?” şeklinde düşüncelere kapıldı.
Fakat sabahleyin kalkınca, yaşadıkları muammâlı hâdiselerin hakîkati anlaşıldı. Meğer son gece o havâliyi düşman basmış ve şehirleri yağmalamıştı. Bu kabîlenin civârına da gelmişler, fakat herhangi bir köpek sesi, horoz ötüşü duymadıkları ve en küçük bir ateş ışığı da görmedikleri için oradakilerin farkına varmadan geçip gitmişlerdi. Böylece halk, büyük bir yağma ve katliamdan kurtulmuştu.3
İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri ne güzel söyler:
Deme şu niçin şöyle,
Yerincedir ol öyle.
Bak sonunu seyreyle.
Mevlâ’m görelim neyler?
Neylerse güzel eyler!..
Bu itibarla ârif müʼminler, başlarına gelen hâdiseleri hemen isyan ve şikâyetle karşılamaz, onların içindeki hikmete dikkat kesilirler.
Pek çok insan; yokluk, zorluk ve mahrûmiyetin, mutlak mânâda bir “şer” olduğunu zanneder. Hâlbuki nicelerini istikâmette tutan, bu mahrûmiyetleridir.
Çoğu insan da bolluk ve rahatlığın mutlak mânâda “hayır” olduğunu zanneder. Hâlbuki nicelerini yoldan çıkaran, varlığa mağrur olup şımarmalarıdır.
Unutmayalım ki gönül dünyamızın huzuru; hakkımızdaki taksimât-ı ilâhiyyenin, bizim için en hayırlısı olduğunu idrâk etmemize bağlıdır. Kahır gibi görünen nice hâdise vardır ki, neticesi lûtuftur. Arkası Cennet olan fakirlik, hastalık veya musîbet gibi.
Lûtuf gibi görülen bazı durumlar da vardır ki, neticesi acı bir hüsrandır. İnfâk edilmeyip nefsâniyete sarf edilen, dolayısıyla kulu çetin bir âhiret hesabına dûçâr eden servetler gibi.
Bu sebeple, kendisine az bir dünyalık takdir edilen müʼmin, belki fazlasına sahip olsaydı, azgınlıklara sürüklenebileceğini düşünerek hâline şükretmelidir. Nitekim önceleri sâlih bir kul olan Kârun, Allâhʼın ihsân ettiği nîmetleri kendinden bilip şımarınca, dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömülerek helâk oldu.
Diğer taraftan, kendisine büyük miktarda dünyalık takdir edilmiş olan bir kul da, şayet az nîmete nâil olmuş olsa, belki isyana sürüklenebileceğini, nefsinin ihtirâsına mânî olamayıp Rabbine karşı vazifelerinde zaaf gösterebileceğini düşünerek, hâline şükretmelidir.
Velhâsıl, kahrı da lûtfu da birer ilâhî imtihan bilip takdîre rızâ göstermek gerekir. Tıpkı Ömer bin Abdülaziz V gibi. O ârif ve müttakî halîfe;
“–Efendim, siz daha ziyâde neyi seversiniz?” diye sorulduğunda şu cevâbı vermiştir:
“–Benim sevincim, yalnız mukadderâtımadır. Ben, Allah Teâlâ’nın benim hakkımdaki her hükmünü severim...”
Demek ki müʼmin, kendisi hakkındaki ilâhî takdir ve taksîmi, kendi arzusundan daha kıymetli görmedikçe, gerçek rızâ hâline ulaşamaz. Şeyh Sâdî’nin buyurduğu gibi:
“Kısmetine râzı olmayandan, Cenâb-ı Hak da râzı olmaz.”
Evvelâ bizler, Rabbimizʼin takdîrine rızâ göstereceğiz ki Cenâb-ı Hak da bizden râzı olsun.
Unutmayalım ki îman ve irfan ufkundan baktığımızda; Allâh’a varlıkta mı darlıkta mı daha yakın isek, o hâli kendimiz için daha hayırlı görmemiz îcâb eder. Zira bütün dünya bize verilse, fakat Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından mahrum kalsak, bunun ne kıymeti olur!? Neticede dünya da fânîliğe mahkûm, ömür de geçici bir zaman diliminden ibâret. Fakat Allah Teâlâ’nın rızâ ve muhabbetine nâiliyetin getireceği saâdet ise ebedî!..]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Hakʼtan özge nesne yoktur, gayrıdan ümmîdi kes!
Aç gözün merdâne bak; Allah bes, bâkî heves!..
[Yani; “Allahʼtan başka (gerçek) varlık yoktur, Oʼndan gayrısına (yani fânîlere) ümit bağlama! Gönül gözünü aç da (hayat ve kâinâta) Hak erleri gibi bak (ve anla ki; kul için yegâne sığınak, barınak ve dayanak olarak) Allah kâfîdir, gerisi gelgeç arzular (ve fânî seraplardan) ibarettir.”
Allah’tan gayrı bütün varlıkların aslı “adem” yani “yokluk”tur. Bütün varlıklar, var olabilmek ve varlıklarını devam ettirebilmek için, Vâcibüʼl-Vücûd olan mutlak varlığın, yani Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u keremine muhtaçtır.
Dolayısıyla birer “zıll-i zevâl” yani “kaybolmaya mahkum gölgeler” hükmünde olan fânî varlıklara değil, varlığın asıl sahibi ve yegâne Hâlıkʼı olan Cenâb-ı Hakkʼa dayanıp güvenmek îcâb eder.
Bekā sıfatının bu âlemde tecellîsi yoktur. Bunun için dünyadaki her şey, âdeta bir devre-mülk gibidir. Zira Cenâb-ı Hak Bekā sıfatını yalnız yüce zâtına tahsis buyurmuş ve mahlûkâtını fânîlikle mâlûl kılmıştır.
Ham nefsin mayasında ise fânîliğe isyan vardır. O nefis, dâimâ ebedî olmak ister. Dünyadaki fânî hayatın dar hudutlarına sığmayı kabullenemez. Sonsuzluğun hasretiyle fânîlikten kaçış hâlindedir. Ebedîlik ve ölümsüzlüğü arzu ettiği için, sahip olduğu nîmetlerin aslâ elinden çıkmamasını ister. Misafireten bulunduğu dünya konağının geçici nîmetlerine dört elle sarılmaya çalışır. Mal-mülk gibi fânî imkânlarının kendisini koruyup kollayacağını zanneder. Servetinin gücüne dayanır, onu kendi varlığına payanda kılmak ister. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:
“(Vay hâline o kimsenin ki,) malının kendisini ebedî kılacağını zanneder!” (el-Hümeze, 3)
Kimi insanlar ise ebedîliği evlât sahibi olmakta arar, neslinin kıyâmete dek sürmesini ister. Kimisi bedenine aşırı düşkünlük ve ihtimamda arar, asırlarca yaşamayı arzular. Kimisi kalıcı eserler bırakmakta arar, nâmını kendinden sonra da sürdürmeyi diler.
Hâlbuki fânî dünya üzerinde ebedîlik aramak veya nîmetlerin hiçbir zaman elden çıkmayacağını sanmak; çöllerdeki seraplara aldanmak kadar boş bir hayaldir. Fânî dünyaya güvenip ondan vefâ, safâ ve bekā beklemek, en büyük aldanıştır. Bu hakîkat, kelâm-ı kibarda ne güzel ifade buyrulur:
“Dünyadan ebedîlik isteme! Kendinde yok ki sana da versin!..”
Bir şeyi olmadığı yerde aramak, aslında onu aramamak demektir. Dolayısıyla gerçek huzur ve saâdeti fânî varlıklarda aramak da yanlış adreslerde boşuna yorulmaktır.
Bu gaflete düşmemek için, ölümü ve âhireti hatırımızdan çıkarmayıp fânîliğin tefekküründe derinleşmek îcâb eder. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu gönül kıvamıyla yaşamamız için, hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
“Ölümü çok hatırlayınız! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşünürseniz, sizi zenginliğin âfetlerinden korur. Fakirken tefekkür ederseniz, hayatınızdan memnun olmanızı sağlar.” (Süyûtî, el-Câmiu‘s-Sağîr, I, 47)
Bu yüzden dünyanın fânîliğini ve esas hayatın âhiret hayatı olduğunu hatırlatan ölümü tefekkür etmek, cenâze teşyiinde bulunmak ve kabirleri ziyaret etmek, ham nefislerin terbiyesinde son derece tesirli birer vâsıtadır. Zira bir kabristana uğradığımızda, bizden daha küçük yaşta vefat etmiş nicelerinin kabirlerini görmek; ölümün yaşı olmadığı gerçeğini kalbin derinliklerine nakşeder. Sükûtun sonsuzluğuna bürünmüş mezar taşlarındaki “Hüve'l-Bâkî” yazıları; bütün canlıların fânî, yalnızca Allâhʼın bâkî olduğunu, âdeta hâl lisânıyla gönüllere haykırır.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Ger verilse bir kişiye ömr-i Nûh,
Hâsıl olsa ona envâ-ı fütûh;
Menzilidir âkıbet tahteʼt-türâb,
Kimseye bâkî değildir bu harâb…
[Yani; “Bir insana Nuh (r.a) gibi uzun bir ömür verilse ve ona pek çok zafer nasîb edilse, sonunda varacağı menzil, toprağın altıdır. Bu harap olacak dünya, hiç kimse için bâkî değildir.”
Hakîkaten bir insan; Nuh (r.a) kadar uzun ömürlü olsa, Süleyman (r.a) kadar varlıklı olsa, Yusuf (r.a) kadar cemâl sahibi olsa, sonunda gideceği yer, bu kara toprağın altındaki dar bir çukurdur.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)
Düşünmeliyiz ki; Allah bize bin sene ömür verse, meselâ 1000 yılında dünyaya gelmiş olsak ve 2000 yılına kadar dünya nîmetleri içinde zevk u safâ sürmüş olsak, yine de ömrümüz bitmiş, her fânî gibi Cenâb-ı Hakkʼın “dön” emrine boyun eğmiş olurduk.
Yani ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, esas ve ebedî hayat olan âhiretin yanında fânî dünya hayatı, kısacık bir fasıldan ibârettir.
O hâlde düşünelim:
Kısacık dünya hayatına ne kadar ehemmiyet veriyoruz, esas ve ebedî olan âhiret hayatına ne kadar?!.
Unutmayalım ki âhirette hiç kimse; “dünyada az yaşadım, çok yaşadım” derdinde olmayacak. Herkes, geçen hayatının ne kadarını hayırla, ne kadarını şerle doldurduğunun derdinde olacak…
Merhum pederimiz Mûsâ Efendi (r.a) şöyle buyururdu:
“Bir kişi Cenâb-ı Hakk’a râm olarak ilâhî vuslata nâil olmuşsa, her şeye nâil olmuş demektir. Cenâb-ı Hakk’a râm olmayıp ilâhî vuslattan mahrum kalmışsa -isterse dünya kadar şöhreti olsun ve bütün dünya onu alkışlasın- hiç kıymeti yoktur, ancak hüsrandadır!”
Bu sebeple fânî imkânlarımıza aldanmamalı, her an ebedî ve gerçek hayata hazır olmaya gayret etmeliyiz. Aksi hâlde hüsrandan kurtulmak mümkün değildir.]
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Mülk-i Süleyman ile taht-ı İskender hani?
Bildin ise bunları fânîye rağbet neden?
[Dünyanın fânîliği ve Süleyman (r.a)’ın muazzam saltanatının bile geçiciliği, meşhur bir öğüt ve darb-ı mesel hâline gelmiştir. Ziya Paşa şöyle der:
Seyr etti havâ üzre denir taht-ı Süleyman,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!..
Dünya, kimseye kalacak değildir. Bir gün terk edip gideceğimiz fânî dünyaya bunca rağbet edip ebediyyen kalacağımız âhireti görmezden gelmek, ne hazin bir gaflettir!..
Doğuya ve batıya yaptığı büyük seferleriyle muazzam bir dünya saltanatına da nâil olan Hazret-i Zülkarneyn (r.a) vefâtından evvel şöyle vasiyet etmiştir:
“Beni yıkayın, kefenleyin! Sonra bir tabuta koyun! Yalnız kollarım dışarıya sarkık kalsın! Hizmetkârlarım arkamdan gelsin! Hazinelerimi de katırlara yükleyin! Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünya mülküne sahip olmama rağmen, kabre eli boş gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazinelerimin de bu dünyada kalarak benimle beraber gelmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyaya aldanmasın!..”
Âlimler, Zülkarneyn (r.a)ʼın aynıyla yerine getirilen bu vasiyetini şöyle tefsîr ettiler:
“Arkamdan gelen ordular ile doğuya ve batıya hâkim oldum. Maiyyetimde birçok hizmetçi ve sayısız asker vardı. Hiçbiri emrimin dışına çıkmadı. Dünya, baştanbaşa benim idarem altında idi. Sayısız hazinelere sahip oldum. Fakat dünya nîmetleri kalıcı değildir. İşte gördüğünüz gibi, dünya malı dünyada kaldı, mezarıma eli boş gidiyorum! Sizler, âhirette faydalı olan işleri yapın!..”
Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de Hazret-i Zülkarneyn (r.a)’ın vasiyetiyle işaret ettiği hakîkati, şöyle beyan buyurmuşlardır:
“Ölüyü (kabre kadar) üç şey takip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır.” (Buhârî, Rikāk, 42; Müslim, Zühd, 5)]
Cenâb-ı Hak cümlemize, îman ve amel-i sâlihlerle müzeyyen hayırlı bir ömür ve ebedî saâdet müjdeleriyle gelen bir son nefes nasîb eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Ayrıca bkz. el-En‘âm, 17. 2) Bî-iştibâh: Şüphesiz. 3) Nahşebî, Silkü’s-Sülûk, Terc. Mustafa Çiçekler - Halil Toker, sf. 46-47, İnsan Yay. İst. 2002.
YORUMLAR