Hak Dostlarından Hikmetler Şeyh Sâdî -7-

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“İnsan; mârifet ve fazîlet sahibi olmalıdır. Bunlar olmadıktan sonra, kırmızı-mavi boyalarla duvarlara yapılan sûretlere de adam demek îcâb eder. Bir insanda mârifet, fazîlet, merhamet, kerem ve ihsân olmadıktan sonra, o adamla duvarlardaki resimler arasında ne fark vardır!?”

[Her insanın maddî yapısı etten-kemikten ibarettir. Fakat gerçek insanlık şeref ve haysiyetine erişebilmek; îman, ahlâk, sâlih ameller, maddî-mânevî fazîletlere bağlıdır.

Zâhiren bakıldığında âlim de insandır câhil de, ârif de insandır gâfil de, zâlim de insandır mazlum da. Dolayısıyla sırf beden bakımından “insan” olmak kâfî değildir. İnsanın Hak katındaki değerini; onun îmânı, takvâsı ve kalbî seviyesi belirler.

Hâfız-ı Şîrâzî insanı;

“يك قطره خونست، هزار انديشه” (yek katre hônest, hezâr endîşe) yani “bir damla kan, bin türlü endişe” şeklinde tarif etmiştir. İnsanı insan yapan, iç dünyasında taşıdığı endişelerin mâhiyetidir. Bundan dolayı Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Ey kardeş! Bedenin et ve kemik olarak hayvanlarla aynı. Sen, asıl tefekkür ile hayat bulmalısın. Tefekkürün gül ise, sen bir gül bahçesindesin. Eğer diken gibi düşünüyorsan, ateşte yanacak bir kütüksün!”

Yani nefsânî düşünceler ve süflî endişeler, insanı hayvanların derekesine düşürür, hattâ بَلْ هُمْ اَضَلُّ : hayvanlardan daha aşağı ve daha şaşkın”[1] bir hâle dûçâr eder.

Buna mukâbil, rûhânî tefekkürler ve ulvî endişeler ise insanı “eşref-i mahlûkat” kılar, meleklerden de fazîletli hâle getirir.

Meselâ;

‒Üç kuruşa tamah ederek mâsum bebeklerin yoğun bakımlarda can vermelerine sebep olan, güyâ yüksek tahsil yapmış(!) bir grup doktor da zâhiren insan!

‒Son bir asırdır Filistin’de bin türlü hile, baskı, zulüm, terör ve katliamla mazlumların topraklarını gasp eden, müʼminlere hayatı âdeta zindan eden siyonistler de görünüşte insan!

‒Suriyeʼde son 53 senedir kendi saltanatını devam ettirebilmek için halkına en ağır ezâ ve cefâyı, hattâ insanlık dışı işkenceleri revâ gören, bu maksatla onları hunharca katletmekten çekinmeyen, baba ve oğul Esed de sûretâ insan! Fakat insanlığın hakîkatinden fersah fersah uzak! Bir insanın ne kadar zâlimleşebileceğini gösteren, insanlığın yüz karaları!..

Nitekim onlar da yeryüzünü zulüm ve fesâda boğan Âd ve Semud kavimleriyle, Firavunlarla, Nemrutlarla yarıştıktan sonra, tarihin çöplüğündeki zâlimler arasında yerlerini alıyorlar. İnşâallah, Gazzeʼde, Batı Şerîa’da vahşet ve terör estiren, İslâm beldelerini kan deryasına çeviren bebek kātilleri de tez zamanda kahr-ı ilâhîye dûçâr olurlar!

İşte insan kılığındaki, fakat insanlıktan nasipsiz bu zâlimler, mâşerî vicdanda ebediyyen lânetle anılmaya mahkûm olmuşlardır.

Buna mukâbil, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz rʼin teşrîfiyle, câhiliye insanının âdeta kan gölüne çevirdiği çöller huzura kavuşmuştu.

Merhum Mehmed Âkifʼin:

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

mısrâlarında dile getirdiği gibi, Rasûlullah r Efendimizʼin 23 senelik tebliğ, irşad, terbiye ve mücâdelesi neticesinde; insana, hayvana, nebâta yapılan ezâ, cefâ, zulüm ve terör sıfırlandı. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen katı yürekli insanlardan; yufka yürekli, gözü yaşlı, hayırda yarışan ve insanlığın bir benzerini görmediği fazîletler medeniyeti inşâ eden, bir “asr-ı saâdet toplumu” meydana geldi.

Hakîkaten; gönülleri birer rahmet dergâhı olan Hulefâ-i Râşidîn / Dört Büyük Halîfe, Ömer bin Abdülaziz, evliyâullah ve onların izinden giden sâlih müʼminler; şefkat, merhamet, fedakârlık, tevâzu, dürüstlük, adâlet ve hakkâniyette fazîlet semâsının yıldız şahsiyetleri oldular. İnsanlık tarihine adlarını altın harflerle yazdırdılar.

Günümüzün modern câhiliyesinde ise -maalesef- yeniden zulümler, istilâlar, işkenceler, vahşetler yaşanıyor. Filistin başta olmak üzere Suriye, Sudan, Yemen, Arakan, Doğu Türkistan gibi bütün mazlum coğrafyalar, âdeta mâtem ülkelerine döndü.

Vicdana, insafa, adâlet ve merhamete veda eden, menfaatleri için vahşette sırtlanlarla yarışan, güyâ kültürlü(!) materyalist dünya, mazlumlardan yükselen imdat feryatlarına sağır kesiliyor. Zayıf, güçsüz, bîçâre ve sahipsiz insanlar, öz vatanlarında esir ediliyor. Milyonlarca mâsum insan, dünyanın gözü önünde katliamlara mâruz kalıyor. Akdeniz, âdeta bir mültecî / sığınmacı kabristanı hâline geldi.

Bir tarafta bugünkü modern ve medenî denilen dünya, diğer tarafta ise asırlar boyunca insana, hayvana, nebâtat ve cemâdâta dahî şefkat ve merhamet tevzî etmiş, bir karıncanın bile hakkını-hukukunu gözetmiş İslâm medeniyeti... Hangisi gerçek medeniyet! Hangisi gerçek insanlık!..

Tarihe baktığımız zaman; hak ile bâtılın mücâdelesinde, hakkın safında yer alanlar da, bâtılın peşinde saf tutanlar da dış görünüş itibârıyla birer insan. Fakat biri fazîletin zirvesinde, diğeriyse zulmün denâetinde… Biri melek gibi nûrânî, diğeriyse şeytan misâli zulmânî…

Bir gün, merhum Sâmî Efendi Hazretleri ve refâkatinde bulunan merhum babamız Mûsâ Efendi g ile Bursa’dan İstanbul’a dönüyorduk. Yalova’da araba vapuruna binmek için aracımızla sıraya geçecektik. Arabaların kargaşaya mahal vermeden düzgün şekilde sıraya girmesiyle alâkadar olan kâhya, bizim arabamıza da yer gösterirken, gözü arka koltukta oturan Sâmî ve Mûsâ Efendilere ilişti. Şaşkın bir şekilde durakladı. Sonra yaklaştı, arabanın camından içeriye daha dikkatli baktı. Muhtemelen, gün boyu nice gâfil insanla muhâtap olmanın gönül yorgunluğuyla, derin bir iç çekti ve şöyle dedi:

“Allah Allâh, ne garip dünya! Yüzler var Nemrut gibi, yüzler var melek gibi...”

Dolayısıyla bu cihan misafirhânesinde, nasıl bir intibâ bıraktığımıza dikkat etmeliyiz. Lânetle anılmaktan sakınıp hayırla yâd edilen bahtiyar kullardan olmaya gayret göstermeliyiz.

Zira Mevlânâ Hazretleri buyuruyor:

“Sen, hatırlanması güzel bir söz ol. Çünkü insan, kendi hakkında söylenen sözlerden ibârettir.”

‒Acaba bizler ardımızdan nasıl yâd edileceğiz?

‒Bu fânî gök kubbede hoş bir sadâ bırakabilecek miyiz?

‒Allâhʼın yeryüzündeki şâhitleri olan müʼminlerden âdeta bir hüsn-i hâl kağıdı alarak Rabbimizʼin huzûruna çıkabilecek miyiz?..

Velhâsıl insanlığın hakîkatine erenler; arkalarında rahmet vesîlesi sâlih nesiller, irşad ve ihsanlarla ihyâ edilmiş gönüller, sadaka-i câriyeler ve faydalı eserler bırakanlardır. İnsanlığın âbide şahsiyetleri olan Hak dostları da bu hususta en güzel örneklerimizdir. Onlar ömürleri boyunca sâlih ameller ve olgun davranışlar sergiledikleri için, vefatlarından sonra da nasipli gönüllerde yaşamaya devam etmektedirler.

Onların bu hâle nasıl ulaştıklarını, yine Mevlânâ Hazretleri ne güzel ifade buyurur:

“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. (İnsanın mâzîsi de yokluktur. İnsan bir hiçten meydana gelmedi mi?)

Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzûruna yokluk götür. (Hiçliğini idrâk et! Zira buyruluyor:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

«Nefsini bilen, Rabbini de bilir.»)

Mârifet (yani Cenâb-ı Hakkʼı kalpte tanıyan ârif bir insanın asıl mahâret ve meziyeti); kesretten vahdete (nefsânî arzuların çokluğundan, tek ve bir olan Allâh’a) intikâl edebilmek ve Hakk’ın rengine boyanabilmektir.

Göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.

Sen de nefsânî arzularından sıyrıl, yokluğa ve hiçliğe er! Zira her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar…”

İnsan da nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmek sûretiyle; nefsâniyetin şerrinden, günah ve mâsiyet renklerinden kurtulabildiği nisbette, gerçek insanlık vasfını kazanır. Onun gönül âlemi, artık insanın, hayvanın, nebâtın, bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir rahmet dergâhı hâline gelir.

Ne mutlu, Cenâb-ı Hakkʼın sevdiği vasıflarla müzeyyen olarak sıbğatullâh / Allâhʼın boyasıyla[2] boyanan, yani ilâhî ahlâk ile ahlâklanan ve böylece insanlığın kemâline erebilen bahtiyar kullara!..]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Eğer bir âmânın, kuyuya doğru gittiğini görür de ses çıkarmazsam, o zaman hatâ etmiş ve büyük bir cürüm işlemiş olurum.”

[Cenâb-ı Hakkʼa sonsuz hamd ü senâlar ve nihâyetsiz şükürler olsun ki bizleri yoktan var etti. Sayısız mahlûkâtı içinde “insan” olarak yarattı. Müslüman bir çevrede dünyaya gönderdi. En büyük Peygamberʼe ümmet olmakla şereflendirdi…

Dünyaya bir bedel ödemeden / meccânen gönderildik ama, âhirete bir bedel ödeyerek gideceğiz. Zira bütün nîmetlerin bir şükür borcu, ödenmesi gereken bir bedeli var. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Nihâyet o gün (âhiret günü, dünyada iken yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyruluyor.

Her nîmetin şükrü de kendi cinsinden olur. En büyük nîmetler olan İslâm, îman ve güzel ahlâkın şükrünü îfâ edebilmek; hidâyet mahrumlarına tebliğde bulunmayı, nefsânî zaaflar içindeki din kardeşlerimizi îkaz ve irşâd etmeyi gerektirir. Zira mü’min, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini bilen insandır.

İşte sahâbe-i kirâm, bu maksatla Çinʼe, Semerkandʼa, Afrikaʼya gittiler. Hattâ çok ibretlidir; Vedâ Haccı’nda yaklaşık 120.000 sahâbî mevcuttu, bunun ancak 20.000 civârı Mekke ve Medîneʼde medfundur. Diğerleriyse, Allâhʼın lûtfettiği îman nîmetinin bedelini ödeyebilmek için dünyanın dört bir bölgesine, insan olan her yere sefer etmiş ve oralarda defnedilmişlerdir. Sadece İstanbulʼda bile 30 kadar sahâbînin kabir veya makamının bulunduğu bildirilmektedir.

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri:

“Horasan’a gidip İslâm’ı anlatman; senin için Mekke’de mücâvir olmandan (orada ikâmet etmenden) daha kazançlıdır.” buyurarak, tebliğ ve irşad hizmetinin Allah katındaki kıymetine işaret etmiştir.

Nasıl ki mazlum, muzdarip ve muhtaçları kendimize zimmetli görmemiz gerekiyorsa, hidâyet ve istikâmet yolunu kaybetmiş, yanlışa sürüklenmiş kimselerden mesʼûl olduğumuzu da unutmamalıyız.

Nitekim Ebû’d-Derdâ t şöyle demiştir:

“Bir mü’min, Allah katında, insanların istifade ettiği bir vaaz ve nasihatten daha sevimli bir tasaddukta bulunamaz.”[3]

Bu bakımdan İslâm’ı tebliğ ve müsterşidi (irşad bekleyenleri) hakka ve hayra istikâmetlendirme ve onlara mânen rehberlik etme hizmetlerini ihmâl etmemek gerekir.

Îman ve ahlâk bakımından toplumların âdeta bir yangın yerine döndüğü günümüzde, tebliğ ve irşad hizmetleri, ateşten insan kurtarmak kadar hayâtî bir ehemmiyet arz etmektedir. Dolayısıyla emr-i biʼl-mârûf ve nehy-i aniʼl-münker hizmetleri, bugün âdeta bir farz-ı ayn hâline gelmiştir. Bu hizmete ehil bir kimsenin, bu hususta ihmalkâr davranması, büyük bir cürümdür.

Ebû Hüreyre tʼın şu ifadeleri çok mânidardır:

“Biz, (ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık:

Kıyâmet günü bir kişinin yanına, hiç tanımadığı biri gelir ve yakasına yapışır. Adam şaşırır ve:

«‒Benden ne istiyorsun? Ben seni tanımıyorum ki!» der.

Yakasına yapışan kişi ise:

«‒Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmezdin, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.”[4]

Dolayısıyla, imkânımız olduğu hâlde gaflet ve ihmâlimiz sebebiyle alâkadar olmadığımız kimseler yüzünden de, kıyâmetin o sert ve dehşetli gününde müşkül durumda kalabileceğimizi, hatırımızdan çıkarmayalım.

Yine tebliğ ve irşad hizmetlerine ehil kimselerin yorgunluk ve bezginlik göstermeleri, ümitlerini yitirerek bu gayretleri bırakmaları da aslâ tasvip edilemez.

Bu hususta Hazret-i Yûnus u’ın başından geçenleri unutmamak îcâb eder. Zira Yûnus u, aldığı ilâhî tâlimat gereği kırk gün tebliğ edeceği yerde, otuz yedinci günün sonunda, hâlâ îmâna gelmeyen kavmine öfkelenerek tebliği bırakmış, mahzun ve ümitsiz bir şekilde oradan ayrılmıştı. Bindiği bir gemide yaşanan bazı hâdiselerin ardından hatâsını anlamış, fakat gemiden suya atılmıştı. Hatâsının pişmanlığı içinde kendini kınayıp dururken bir balık tarafından yutuldu. Balığın karnında tevbe-istiğfâr etti, zikir ve tesbîh ile meşgul oldu. Nihâyet ilâhî affa nâil olarak kurtuldu.

Dolayısıyla tebliğ ve irşad hizmetlerine ümit ve sabırla devam etmek elzemdir. Neticeyi takdir edecek olan Cenâb-ı Hak’tır. Kula düşen, sabırla vazifesini îfâ etmektir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“İki şey, akıl hafifliğini gösterir:

Söyleyecek yerde susmak, susacak yerde söylemek.”

[Unutmayalım ki, sözümüz kadar sükûtumuz da uhrevî bir mükâfat veya mücâzat sebebidir. Mahşer günü belki de en zor hesap; zulüm ve haksızlıklara mânî olma imkânı varken, sessiz ve tepkisiz kalmanın hesâbı olacaktır. Zira orada, dünyada iken yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğimiz gibi, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan da hesap vereceğiz.

İnsan, söylediği sözler kadar, söylemesi gerekirken söylemediği sözlerden de sorumludur. Nasıl ki yanlış konuşmalar, hattâ boş ve mâlâyânî sözler, uhrevî bir mesʼûliyeti gerektiriyorsa, sesini yükseltmek gerekirken sessiz kalmak da öyledir.

Nitekim, “Hakkı müdâfaa mevkiinde olup da susan, dilsiz şeytandır!” denilmiştir. Zulme rızâ da zulümdür. Hakkın gasbedildiği yerde sessiz ve tepkisiz kalmak, haksızlığa ortak olmaktır. Zâlimleri protesto etmekten geri durmak, onların ticaretine boykotu lüzumsuz görmek, böylece onların zulüm çarkını döndüren değirmene su taşımaya devam etmek de büyük bir îman zaafıdır.

Televizyon ve internet kanallarından küresel kültür istilâsı yapılırken, dînimiz, mukaddesâtımız, aile müessesemiz, millî ve mânevî değerlerimiz hayâsızca akınlara mâruz kalırken yeterince ses çıkarmamak, usûlü dâhilinde îkaz ve îtirâzını dile getirmemek de büyük bir vebâldir.

Toplumda zulüm ve haksızlık yapanlara, eliyle, diliyle veya kalbiyle gereken İslâmî tavrı sergilememek; nîmetlerin elden gitmesine, belâ ve musibetlerin zuhûruna zemin hazırlar. Nitekim İsrâiloğulları’nın bozuluşu da, dünyevî menfaatlerini kaybetmek korkusuyla îkaz ve irşad vazifesinden verdikleri tâvizlerle başlamıştır. Peygamber Efendimiz r bunu şöyle haber vermişlerdir:

“(Benî İsrâil halkı) ilk zamanlar, kötülük yapan birini görünce:

«Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde (menfaatleri ön plana gelir) onunla birlikte yiyip içebilmek ve yanında oturabilmek için, bir daha îkaz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti.”

Peygamber Efendimiz r bunları söylerken bir yere yaslanarak konuşuyordu. Birden doğruldu ve sözlerini şöyle tamamladı:

“Ya siz de birbirinize iyilikleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zâlimin zulmüne mânî olursunuz, yahut Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi, size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336)

Nitekim Dâvud u zamanında, cumartesi günü avlanmama hususundaki ilâhî emre itaat ettikleri hâlde, bu emre uymayanlara ses çıkarmayan bir kesim vardı. Öyle ki bunlar, kötülükten nehyetmeye çalışan sâlih kullara da:

“‒Helâk olacak bir kavme niçin nasihat edip kendinizi yoruyorsunuz?” derlerdi. O sâlih müʼminler ise:

“‒Biz, Allâh’ın huzûrunda mes’ûl olmamak için tebliğ ediyoruz!” derlerdi.

Neticede, kendileri günaha bulaşmasalar da, o günahı işleyenlere ses çıkarmadıkları için, onlar da kahr-ı ilâhîye dûçâr olmaktan kurtulamadılar.

Demek ki hakkı tutup kaldırmak ve hakîkatin tercümânı olmak için sesini yükseltmek gerekirken, dünyevî ve nefsânî kaygılarla bu vazifeyi terk etmek de ağır bir vebâldir.

Diğer taraftan, câhilâne bir tebliğ ve usûl-erkân bilmeden yapılan gâfilâne bir îkaz faaliyeti de fayda yerine zarara sebep olabilir. Bu bakımdan her müslüman, evvelâ kendisi İslâm kültüründen lâyıkıyla haberdar olmalı, Kurʼân ve Sünnet istikâmeti üzere yaşamalı, sonra da etrafını bu istikâmette yaşatmaya gayret etmelidir.

Rabbimiz cümlemizi; elinden, dilinden, hâlinden, kālinden ümmetin müstefîd olduğu, hayra anahtar, şerre kilit olan, İslâm’ı yaşayışıyla tebliğ ve temsil edebilen, yeryüzündeki şâhitlerinden eylesin.

֍

Kıymetli kardeşlerimiz; Cenâb-ı Hakkʼa şükürler olsun ki bizleri mübârek üç aylara yeniden kavuşturdu. Mânevî bir hazine değerindeki bu zamanda; merhamet ve şefkatimizle, cömertlik ve fedakârlığımızla, ibadet ve sâlih amellerimizle Ramazân-ı Şerîf’e hazırlanmanın ve Cenâb-ı Hakkʼa yakınlığımızı artırmanın gayretine girelim. Dînî vazifelerimizi daha büyük bir azim ve îtinâ ile, daha derin bir huşû içerisinde îfâ edelim. Bu mübârek aylardaki ilâhî lûtuf tecellîlerinden lâyıkıyla istifâde edenlerden olalım -inşâallah-.

Bir hadîs-i şerîfte buyrulan şu duâyı da, gönlümüzden ve dilimizden eksik etmeyelim:

اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ وَبَلِّغْنَا رَمَضَانَ

“Allâh’ım! Receb ve Şaban aylarını bize mübârek eyle ve bizi Ramazân’a ulaştır!”[5]

Âmîn!..

 

[1] Bkz. el-A‘râf, 179; el-Furkân, 44.

[2] Bkz. el-Bakara, 138.

[3] Ferîkun mine’l-Bâhisîn, Nasâihu’l-Enbiyâ ve’l-Ulemâ, 129.

[4] Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506; Rudânî, Cemʻu’l-Fevâid, trc. Naim Erdoğan, İstanbul ts., V, 384.

[5] Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle