Hak Dostlarından Hikmetler Şeyh Sâdî (r. aleyh) -6-

Cenâb-ı Hak, kullarından her an “istikâmet” üzere bulunmalarını, yani “emrolundukları gibi dosdoğru” olmalarını istemektedir.1 Bunun için de insanlara örnek alacakları en doğru şahsiyetler olarak peygamberleri lûtfetmiştir. O peygamberleri güzel ahlâkın zirve tezâhürleriyle donatmıştır.

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Doğruluk, Allâh’ın rızâsını mûciptir. Sırât-ı müstakîm üzerinde yürüyenin kaybolduğu görülmemiştir.”

[İnsanı insan kılan; şahsiyet, karakter ve ahlâkıdır.

Cenâb-ı Hak, kullarından her an “istikâmet” üzere bulunmalarını, yani “emrolundukları gibi dosdoğru” olmalarını istemektedir.1 Bunun için de insanlara örnek alacakları en doğru şahsiyetler olarak peygamberleri lûtfetmiştir. O peygamberleri güzel ahlâkın zirve tezâhürleriyle donatmıştır.

Nitekim peygamberler tarihine bakıldığında, hiçbir peygamberde bir ahlâk zaafına rastlanamaz. Çünkü onlar; doğruluk, sadâkat ve fazîlette, insanlığa numûne-i imtisâl olmak üzere gönderilmiş mümtaz şahsiyetlerdir.

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah (sas) Efendimiz’i de, daha peygamberliğinden önce, ilâhî terbiyesiyle yüce bir ahlâka mazhar kıldı. Kırk yaşına geldiğinde ise O’nu, hayatın her safhasında “güzel ahlâkı tamamlamak” ve tevzî etmekle vazifelendirdi. Yine O’nu, “üsve-i hasene” yani “emsalsiz bir örnek şahsiyet” kılarak kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa armağan etti.

Efendimiz (sas) ilâhî hakîkatleri âdeta pırlanta sözlerle tebliğ etti. Fakat sözlü beyanla yetinmedi. Hayranlık veren şahsiyet ve karakteriyle, insanlara “hâl”iyle de tebliğde bulundu. Söylediklerini bizzat kendi hayatında tatbik etti. Kavlini fiiliyle, sözünü davranışlarıyla te’yid ve tasdik etti. Böylece hakkın ve hayrın, canlı bir misâli oldu. Toplumun en alt kademesinden en üst kademesindeki her insana ve kıyâmete kadar bütün asırlara fiilî bir kıstas teşkil etti.

Çünkü insan; şahsiyet ve karaktere hayrandır. Sözüyle özü bir olmayan, şahsiyet ve ahlâk zaafı içerisinde bulunan bir kimseye îtibar edilmez. Efendimiz (sas) de İslâm’ı tebliğe başlamadan evvel, ilk olarak insanlara şahsiyetini tescil ettirdi:

“–Ey Kureyş cemaati! Şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?” diye sordu.

Kureyşliler hiç düşünmeden:

“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.2

Düşmanları bile Rasûl-i Ekrem (sas) Efendimiz’in ne kadar emîn, güvenilir, vaadine sâdık, dosdoğru bir insan olduğu hususunda ittifak etti. Fakat dünyevî menfaatlerine ters düştüğü için, O’nun hidâyet davetini -vicdânen kabul ettikleri hâlde- nefsâniyetleri îcâbı reddettiler.

Nitekim Allah ve Rasûlü’nün azılı düşmanı Ebû Cehil ve arkadaşları bir gün Rasûlullah (sas) Efendimiz’e:

“–Ey Muhammed! Vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz; Sen bizim yanımızda son derece sâdık bir insansın. Fakat biz, Sen’in getirmiş olduğunu istemiyoruz.” dediler.3

Peygamber Efendimiz’i dosdoğru yolundan döndürmek için önüne dünyaları serdiler. İnsanın irâdesini eriten üç büyük zaaf, yani “servet, şehvet ve şöhret”e dâir en câzip tekliflerle, O’nu dâvâsından vazgeçirmeye çalıştılar.

Fakat Efendimiz (sas):

“Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” karşılığını verdi.4

Bu uğurda nice çilelere mâruz kalacağını bile bile Rabbine sığınıp O’nun dosdoğru yolundan aslâ ayrılmadı. Böylece kıyamete kadar gelecek ümmetine, İslâm şahsiyet ve vakârını korumak için her hâlükârda gerekli olan “istikâmet”in zirve bir örneğini sergiledi.

Bu itibarla Rasûlullah (sas) Efendimiz’i örnek alan gerçek bir mü’min de, fânî dünyanın üç günlük rahatı için ilâhî ölçülerden tâviz veremez. Yeri geldiğinde hiç çekinmeden menfaatlerinden ferâgat etmesini bilir. Cenâb-ı Hak da rızâsı uğrunda fedakârlığı göze alabilen böyle sâlih kullarına, gerek dünyada gerekse âhirette, şân-ı ulûhiyyetine göre müstesnâ ikramlarda bulunur.

Ziyâ Paşa, mü’minin bu vasfını ne güzel ifade eder:

İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrah,

Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah!..

Demek ki sadâkat/doğruluk başta olmak üzere, bütün bir İslâm ahlâkı, mü’minin tabiat-i asliyesi hâline gelmelidir. Zira bir mü’minde ahlâk kemâle ermeyince, ibadetlerin de feyzi olmaz.

Meselâ, hayatında kul haklarına riâyet etmeyen birinin namazında huşû olmaz. İnsanları aldatan birinin gönlünde mârifetullah ve muhabbetullah, ihlâs ve takvâ tecellîleri bulunmaz. Hâlbuki bunlar, makbul bir kulluk için elzem husûsiyetlerdir.

Bunun içindir ki Hazret-i Ömer (ra):

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;

– Konuştuğunda doğru söylüyor mu?

– Kendisine bir şey emâ­net edildiği zaman emânete riâyet ediyor mu?

– Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.” buyurmuştur.5

Bir hadîs-i şerîfte de:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allâh’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına (orucuna) ihtiyacı yoktur.” buyrulmaktadır. (Buhârî, Savm, 8)

Demek ki kulda İslâm ahlâkı kemâle ermedikçe; ibadet, muâmelât ve sâlih amellerden beklenen feyz-i ilâhî tecellî etmez.

Bu yüzden bir mü’minin ilk vazifesi; İslâm ahlâkını lâyıkıyla idrâk etmek ve davranışlarına hâkim kılmaktır. Bunun için de Rasûlullah (sas) Efendimiz’e muhabbetle itaat ederek O’nun gönül dokusundan hisseler almaktır. Nebevî haslet ve hassâsiyetleri kendine hayat düstûru edinmektir.

Efendimiz’i görüp O’na hayran olan ashâb-ı kirâm gibi; “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilen bir gönül kıvamıyla, vecd içinde yaşamaktır.

Allah ve Rasûlü’ne duyduğu muhabbetin; bütün fânî ve nefsânî muhabbetleri aşmasıdır. O Gönüller Sultânı’nın bir tek arzusunu yerine getirebilmek için, her şeyini fedayâ hazır olmaktır.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”6 müjdesine nâil olabilmek ve yarın âhirette Allah Rasûlü’nün yakınında bulunabilmek için, bugün O’nun sünnet-i seniyyesine samîmiyetle ittibâ etmektir. Hayatının her safhasında Efendimiz’le hissiyat beraberliği, fikriyat beraberliği, fiiliyat beraberliği hâlinde olmaya gayret göstermektir…]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Sâlihlerin çektiği zahmetler, ferahı mûcib olacaktır. Kötülerin saâdeti ise zevâl bulacaktır.”

[Mü’minlerin bu dünyada çektikleri çileler, kendileri için ya günahlarına kefâret, ya da mânevî derecelerinin terfiine vesîledir. Bu yüzden o çileler, uhrevî plânda bir kazanç kaynağıdır.

Kâfirlerin ve fâsıkların dünyevî zevk u safâları ise gaflet ve nefsâniyetlerini daha da palazlandırdığı için, ebedî hayattaki azaplarını artıran hazin bir aldanıştan ibarettir.

Bu yüzden mü’min; “saâ­det” ve “sefâlet”in mâ­nâ­sını doğru idrâk etmelidir. Dünyevî zevk u safâların yaldızlı câzibelerine gönlünü esir etmemeli, sahte makyajların aldatıcı yalanlarına kanmamalıdır.

Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Akıllı kişiye, sonda görülecek şey, önceden görünür; ahmağa ise sonunda! Lâkin iş işten geçmiş olur…”

Dolayısıyla, sonu sefâlete varan fânî lezzetleri saâdet zannetmek, ancak ahmaklığın, yani kalp körlüğünün bir göstergesidir. Mü’min, anlık zevk u safâların değil, ebedî saâdetin tâlibi olmalıdır.

Unutmayalım ki Peygamber Efendimiz’in hâne-i saâdetlerinde günlerce yiyecek bulunmadığı, aylarca ocak yanmadığı olurdu. Fakat o hâneden dâimâ; muhabbet ve rızânın, kanaat ve tevekkülün, hamd ve şükrün burcu burcu saâdet râyihaları yayılırdı.

Bugün de İslâm ahlâkını lâyıkıyla hazmetmiş mü’minlerin hâneleri, huzurlu birer cennet yuvasıdır. Buna mukâbil, nefsine mağlup, merhametsiz ve gâfil insanların dünyalık evleri ise; âdeta canlı cenâzelerin aile kabristanıdır!..

Mü’min kul; fânî hayatın aldatıcı yaldızlarına kanmamalı ve elde edemediklerine de hasretle yanmamalıdır. Sefâleti saâdet zannetme gafletinden Hakk’a sığınmalıdır. Cefâlar içinde saklı safâyı, külfet içinde gizli nîmeti görerek gönül huzurunu muhafaza etmelidir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Arkasından sevineceğin keder, sonunda tasalanacağın sevinçten daha iyidir.”

[Her iş, neticesine göre değerlendirilir. Ebedî saâdetle neticelenen bir dünya hayatı, ne kadar sıkıntılarla dolu olursa olsun, büyük bir kazançtır. Buna mukâbil, ebedî azapla neticelenmiş bir dünya hayatı, isterse saraylarda yaşanmış olsun, büyük bir hüsrandır. Bu yüzden, her işte neticeye bakmak esastır.

Hazret-i Ebû Bekir (ra) bu hassâsiyet içinde şöyle niyâz etmiştir:

“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.”

Bir anne, doğum sancıları çeker, fakat sonunda evlâdını kucağına almanın saâdeti, ona çektiği bütün acıları unutturur. Yine yavrusunu büyük çilelerle büyütür; emzirir, altını temizler, hastalandığında başucunda sabahlar. Fakat gün gelip evlâdının mürüvvetini görmenin saâdeti, bütün o çileleri unutturur.

İşte bunun gibi, bir mü’minin hayatı da hangi şartlar içinde geçmiş olursa olsun, son nefesi îman selâmetiyle verebilmenin hazzı, dünya hayatındaki bütün ıztırapları unutturur.

Rasûlullah (sas) Efendimiz’in haber verdiğine göre:

“Cehennemliklerden olup, dünyada pek müreffeh hayat yaşamış bir kişi, kıyâmet gününde getirilip Cehennem’e bir kere daldırılır. Sonra ona:

«–Ey Âdemoğlu! Sen (şimdiye kadar) hayırlı bir gün gördün mü? Herhangi bir nîmete nâil oldun mu?» denilir.

O kişi:

«–Hayır, vallâhi Rabbim! Öyle bir şey görmedim.» der.

Cennetliklerden olup, dünyada insanların en yoksul olanı getirilir, Cennet’e bir kere daldırılır. Ona da:

«–Ey Âdemoğlu! Sen (şimdiye dek) herhangi bir yoksulluk ve sıkıntı gördün mü? Hiç zorluk ve darlık çektin mi?» denilir. O kişi de:

«–Hayır, vallâhi Rabbim! Hiçbir yoksulluk ve sıkıntı görmedim, zorluk ve darlık çekmedim.» der.” (Müslim, Münâfikîn, 55)

Yani Cennet’in bir ânı bile, dünyada bir ömür yaşanan acıları, Cehennem’in bir ânı da dünyada tadılan bütün zevkleri unutturacak keyfiyettedir.

Dolayısıyla yarın âhirette gülenlerden olabilmek, bugün bilhassa seherlerde çokça gözyaşı dökmeye bağlıdır. Ayrıca, Allah yolundaki hizmetlere koşmak ve bu yolda başımıza gelen çilelere sabırla katlanmak îcâb eder. Hattâ o çileleri, Cenâb-ı Hakk’ın bize gönderdiği mânevî misafirler olarak telâkkî edip, onları güzelce ağırlamak ve uğurlamak gerekir. Bunun için de hamd, şükür ve rızâ ile gönül muvâzenesini her hâlükârda muhâfaza etmek îcâb eder.

Rasûlullah (sas) Efendimiz hayatın acı-tatlı hâdiseleriyle karşılaştığında dâimâ; “Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyurmuştur. (Buhârî, Rikāk, 1)

Varlıkta şımarmamak ve taşkınlığa kaçmamak; yoklukta ise bunalmamak, yüksünmemek ve ye’se kapılmamak için, ashâbına dünyanın geçici olduğunu, asıl varış yerinin, ebediyet yurdu olan âhiret olduğunu sık sık hatırlatmıştır.

Yine Efendimiz (sas) şahsından misal vererek:

“Benim dünya ile ne alâkam var ki? Ben bu dünyada, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da bineğine binip orayı terk eden bir yolcu gibiyim.” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 44/2377)

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise:

“Namazını, (hayata) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” tavsiyesinde bulunmuştur. (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

Zira namazını tâdil-i erkân ve huşû içerisinde kılıp tekrar günlük meşgalelerine dönen bir mü’min, sanki öldükten sonra yeniden hayata dönmüşçesine hassas bir gönül ikliminde yaşar. O artık, her gördüğü manzarayı âhiret penceresinden seyretmeye başlar.

Nebevî terbiye altında yetişen ashâb-ı kirâm, bu gönül hassâsiyetine müstesnâ bir misal teşkil etmişlerdir. Nitekim, Tâbiîn neslinin büyük şahsiyetlerinden Ebû Vâil (r. aleyh) şöyle anlatıyor:

“Abdullah bin Mes‘ûd (ra) ile yola çıktık. Yanımızda Rebî bin Haysem de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah (ra) durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebî de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah (ra) oradan ayrıldı. Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah (ra) fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:

«Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak Cehennem’in daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler.» (el-Furkân, 12-13) âyet-i kerîmesini okudu.

Bunun üzerine Rebî (r. aleyh) bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdük. Abdullah (ra) öğlene kadar başında bekledi ama Rebî ayılmadı. Akşama kadar bekledi de Rebî nihâyet ayılabildi...” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)

Yine Rasûlullah (sas) Efendimiz, ümmetini tefekkür-i mevte teşvik ederek şöyle buyururlardı:

“Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşünürseniz, sizi zenginliğin âfetlerinden korur. Fakirken tefekkür ederseniz, hayatınızdan memnun olmanızı sağlar.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 47)

“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın! Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24)

Şimdi bir düşünelim:

Rasûlullah (sas) Efendimiz’in ibadeti, muâmelâtı, ahlâkı, kendini toplumdan mes’ûl görmesi, hizmeti, diğergâmlığı, kendi rahatını terk ederek ümmet için çırpınması; hep bunlar birer âhiret hazırlığı mâhiyetindeydi. Peki bizler, Efendimiz’in bu hâlet-i rûhiyesine ne kadar âşinâyız? İbadet hayatımızda, maîşet temininde, beşerî münâsebetlerimizde, günlük yaşantımızda ne kadar Efendimiz’in gönül iklîmine yakınız?..

Yahya bin Muaz (r. aleyh) dünyaya aşırı düşkün bir İslâm hukukçusunu görünce ona şu îkazlarda bulunmuştu:

“Ey ilim sahibi kişi!

– Köşkleriniz, Bizans imparatorlarının köşklerine,

– Evleriniz, İran hükümdarlarının evlerine,

– Yaşadığınız meskenler, Kârun’un yaşadığı meskenlere,

– Kapılarınız, Tâlût’un kapısına,

– Kıyafetleriniz, Câlût’un süslü kıyafetine,

– Hayat tarzınız, şeytanın hayat tarzına,

– Yok oluşunuz, inkârcıların yok oluşuna,

– Yönetiminiz, Firavun’un yönetimine,

– Hâkimleriniz, aceleci ve rüşvetçi hâkimlere,

– Ölümünüz câhiliye ölümüne benziyor.

Peki Muhammedîlik bunun neresinde?!”

İşte bizler de kendi hâlimizi bu nevî suâllerle sık sık gözden geçirerek hata ve noksanlarımızı samimiyetle tespit etmek ve telâfisine ciddiyetle gayret etmek mecburiyetindeyiz.

Unutmayalım ki hepimiz, dünyaya âhiret için geldik. O hâlde hiçbir dünya endişesi, âhiret endişemizi bastırmamalı. Hiçbir fânî lezzet, bizi asıl menzilimizden gâfil bırakmamalıdır. Zira ebedî saâdetin anahtarı, iki şeyi hiçbir zaman unutmamaya bağlıdır:

–Birincisi, Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak.

–İkincisi de âhireti unutmamaktır.

Cenâb-ı Hak, âhir ve âkıbetimizi hayr eylesin! İlâhî imtihan tecellîleriyle dolu hayat yolculuğunu, ebedî saâdet ufkunda tamamlayabilmeyi cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!

 

Dipnotlar:
1) Bkz. Hûd, 112. 2) Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26; Müslim, Îmân, 348-355; Ahmed, I, 281-307. 3) Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, thk: Kemal Besyûnî Zağlûl, Beyrut 1990, s. 219; Tirmizî, Tefsîr, 6/3064. 4) İbn-i Hişâm, I, 278; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 96-97; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64. 5) Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326. 6) Buhârî, Edeb, 96.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle