Hiçbir Ânın Hak’tan Gâfil Geçmesin!

Âyet-i kerîmede:

 “Ey îmân edenler! Allâh’ı çok çok zikredin!” (Ahzap Sûresi, 41)

Âyet-i kerîmede:

 “Zât-ı ulûhiyyetime yemîn ederim ki, Allâh’ın Rasûlü’nde sizin için, Allâh’ı ve âhiret gününü arzulayanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb Sûresi, 21) buyruluyor. Yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de istifâde edilecek, uyulması gereken ahlâk-ı hasene vardır ki, o güzel hasletlerden faydalanmak, ancak Cenâb-ı Allah’tan korkan ve O’ndan sevab ümîd eden ve Allâh’ı çok zikreden kimselere mahsustur. Çünkü âhiret gününe îmânı olmayan ve Cenâb-ı Allâh’ı arzulamayan ve O’nu çok zikretmeyi hatırına getirmeyen kimseler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ittibâ’ etmiş sayılamayacağından, O’nun ahlâk-ı hasenelerinden istifâde edemeyeceklerdir.

Âyet-i kerîmede:

 “Sabah ve akşam Rabbinin ismini zikret! Ve gecenin bir kısmında Rabbine secde et (namaz kıl!) Ve gecenin uzun bir kısmında da O’nu tesbih eyle!” (İnsan Sûresi, 25-26) buyruluyor.

Yukarıdaki âyetlerde “Allâh’ın çok çok zikredilmesi” emrolunuyor. Muhakkıkîn-i müfessirînin tefsirlerinde beyânına nazaran, ale’l-ıtlak “zikr-i kesîr” emr-i celîli kemâline masruftur ve mâtûftur. Bu da mükellef insanın zikr-i dâimî’ye mazhariyetidir. O da ömür boyu “Kün maallah!” = “Allah ile ol!” emrine inkıyâd ederek her ânında Allah ile olmak şuuruna ermek için zikr-i kesîr ile zikr-i dâimî’ye nâiliyet şarttır. Bu da hiçbir ânını veya nefesini Hak’tan gâfil olarak geçirmemektir.

– Bu nasıl mümkün olur?

– Bir mürşid-i kâmilin irşâdıyla, şeriat ve tarikat esaslarına göre tâlim-terbiye ve seyr ü sülûk gören mürid, nefis tezkiyesi ile birlikte kalb tasfiyesini halisâne taleb eder ve bir azm-i kavî ve fikr-i müdâm ile rabıta ve teslimiyet göstererek, mürşidinin nezâretinde hafî olarak “zikr-i kalbî”ye başlar... “Veled-i kalb” zuhûr eder. “Allah” zikrinin seyri, müstaid gönüllerin letâif-i aşeresinde tekâmül eder gider. Allâh’ın tevfîkıyle bu hâlin devamı ve muhafazası ile “zikr-i daimî” elde edilmiş olur. İş görürken de uyurken de bu devam eyler.

Muhyiddîn İbni Arabî Hazretleri’nin beyânına göre: Bütün mevcûdât, lisân-ı hâliyle “Allâh’ı” zikir ve tesbih ederler. Yalnız bunların uyanıklık dereceleri farklıdır. Şöyle ki:

1- Cemâdât:

Hakk’ı zikir ve tesbih etmekte en uyanık olanlardır. Hiç bir maîşet ve mâsivâ düşüncesi olmadan Hakk’a uyan, hükmüne râm olan, emre mutî’ ve münkâd bulunan varlıklardır. Taş, toprak, su ve madenler vesâire gibi.

2- Nebâtât:

Bunlar, Hakk’ı zikir ve tesbih etmekte cemâdattan bir derece noksandırlar. Zira neşv ü nemâ veya hayâtını idâme, meyvesini (tohumunu) yetiştirmek için, suya, toprağa, güneşe, havaya... İhtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçları te’min esnasında gaflete dûçâr olabilirler.

3- Hayvânât:

Bunların Cenâb-ı Hakk’ı zikir ve tesbih etmekte dereceleri, nebâtattan da aşağıdır. Çünkü büyümeleri, doğum ve çoğalmaları, hastalıkları, hareketleri, maîşet için çabaları, ihtilâfları ve çeşitli ihtiyaçları, bunları daha ziyâde gaflete dûçâr ediyor.

4- İnsanlar:

Nebâtlar ve hayvanlarda olan bilcümle ihtiyaçlarla beraber, akılları itibariyle de, benlik, hayâlât, havâtır, hâfıza, şüphe ve vesveseleri ve dünyevî hırsları, hareket ve ihtilafları onları devamlı gaflete dûçâr eder. Bunun için Cenâb-ı Hak insanları irşâd kastıyla “Vahiy” inzal buyurmuş. Nebî ve Resûl göndermiş; hakkı bildirmiş, tarîk-ı hidâyeti göstermiştir. Mevcûdât içinde en çok gaflete mârûz olanlar insanlardır.

 

Mahmud Sâmî Ramazanoğlu-Mükerrem İnsan, s.36

 

PAYLAŞ:                

Mahmud Sâmi Ramazanoğlu

Adana’da doğdu. Babası Ramazanoğulları diye bilinen aileden Müctebâ Bey, annesi Ümmügülsüm Hanım’dır. Adana’da rüşdiye ve idâdîde okuduktan sonra İstanbul’a gidip Dârülfünun Hukuk Fakültesi’ne kaydold

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle