Hüsnü Geçer Hoca vefât etti..

Kıymetli İslâm âlimi, İstanbul ve Marmara bölgesinde yıllarca ilmî hizmetlerde bulunmuş, binlerce talebe yetiştiren Molla Hüsnü Geçer Hoca Hakk'ın rahmetine kavuştu. Kendisine Allah'tan rahmet sevenlerine sabr-ı cemil niyaz ederiz. Bu vesileyle kendisiyle 1991 Temmuz Ayı'nda yapmış olduğumuz mülakatı muhterem okuyucularımızın istifadesine sunuyoruz..

 

Hüsnü Geçer Hoca ile İlim, Kardeşlik ve Doğu Meselesi Üzerine...

Konuşanlar: Ahmed Taşgetiren, H. Kamil Yılmaz

BABAMIN YATAĞINDAKİ HAYALLERİM

İçlerinde Seyyidler bulunan bir sülaleden geliyoruz. Babam Zeynel Efendi isminde büyük bir alimdi. Şair ve edibdi. Varlıklıydı. Kimseden bir şey almazdı. Çalışır, hem kendi ihtiyaçlarını karşılar hem de başkalarına verirdi. Bir taraftan da hikmet ilmini yayardı. Ben nüfus kaydına göre Bingöl'ün Kamış köyünde 1943 yılında dünyaya gelmişim. Ama bu tarih bana göre pek müsbet değildir. 7 Yaşındayken Kur'an-ı Kerim ve mevlid okumasını babamın yanında öğrendim. 8 yaşında vefat etti babam. O yaşlarda iken babamın yatağına yatar, kendi kendime derdim ki: "Abdülkadir Geylani ya da Mevlana Halid veya Şeyh Mustafa Sisi nasıl okumuş, neleri okumuş ise, ben de öyle okuyayım" Bazen yatakta iki saat bunları düşünürdüm. Demek ki babam onların sevgilerini bana öğretmiş ve benim kalbime yerleştirmişti. Şimdi düşünüyorum ki, çocuk, çocuk iken eğer velilerin sevgisi kalplerine ilham edilmezse, sevdirilmezse, çocuk insanlıkta ve İslâmlıkta yol değiştirir;

- Hocam şeyh Mustafa Sisi kimdir?

- Şeyh Mustafa Sisi Liceli (Diyarbakır)dir. Şeyh Abdülkadir-i Hezan'ın halifesidir. O şeyh Abdurrahman Tahiri'nin, o şeyh Sibğatullah'ın o da Taha'l-Hakkari'nin talebesidir. Babama vasiyet etti: "Hüsnü'yü Kavmânî şeyhin evine gönder" diye. Kavmânî şeyhi diye, Mustafa Sisi'nin oğlu Hâdi Efendiyi kastederdi.

Babam da onu kırmadı. Beni o küçük yaşımda (8) onun yanına gönderdi. Ben Köçet köyüne gittim ve Molla Hüseyin'in evine misafir oldum. O evde bir rüya gördüm. Rüyamda babam hasta bir halde bembeyaz bir odada yatmaktaydı. Birisi kapıyı çaldı. Kimdir o, dedim. Şeyh Ahmedü'l-Cezeri dedi. Ona dedim ki "Eğer bana bir ders verirsen sana kapıyı açarım" "Sana ders vereceğim, aç kapıyı" dedi. Kapıyı açtım. Kırmızı bir elbise giymiş ve başında da kırmızı bir fes olduğu halde içeri girdi. Biliyordum ki bu nakşibendilerin alametidir. Çünkü rüyada olsun, keşif de olsun kırmızı, nakşibendilerin manevi belirtisidir. Demek ki Nakşibendi olacağım. Odada babamla ne konuştu, ben bilmiyorum. Lakin Berâe (Tevbe) Suresinden iki ayet söyledi. Ben o ayetleri hala hatırlıyorum. Ben orada bu rüyayı gördükten sonra Şeyh Hâdî'nin yanına geldim ve hangi cesaretle söyledim bilmiyorum; "Ben böyle böyle bir rüya gördüm" dedim. O bana aynen şöyle söyledi: "İnşaallah Cenab-ı Allah onun aşkının birazını da sana nasip eylesin" Elhamdülillah onun tabirine göre de yol çizildi. Şeyh Hâdî âmâ bir insandı. Âmâ alimdi. Kafir, yüzüne baksa kalbi yumuşardı. Tedrisle meşgul oluyordu.

Orada bir sene durdum. Bir yıl sonra O'nun kardeşi Hacı Mesud'un yanına gittim. Hacı Mesud köy köy dolaşıp vaaz-ü nasihat eden bir alimdi. Eğer o bölgelerde o dolaşmamış olsaydı, oralarda imanın gramı bin altınla insan eline geçmezdi. İnsanlar İstanbul'a göç edip gelmişler, hala onun sohbetini hikmetini konuşuyorlar.

UZUN YOLCULUK

Oradan arkadaşım Yusuf'la Elazığ'dan Bitlis'e gitmek için yola çıktık. Ben 11 yaşındayım. Yusuf 12'sinde. Yaya olarak, tam bir hafta yolculuk yaptık. Yolda çok eziyetler gördük. Yusuf'un köyünden çıkınca Yusuf dönüp dönüp köyüne bakıyor, hasret çekiyordu. Ben, geri dönmesinden korktuğum için, ona moral verip, kalbini tatmin etmeye çalışıyordum. Yolda yürürken Yusuf'un önüne bir kuş düştü ve öldü. Yusuf: "Vallahi bu sefer (yolculuk) benim için hayırlı değildir" dedi.

Hakikaten sonunda öyle oldu. Ablamın köyüne giderken karşımızdan bir atlı geldi. Nereye gidiyorsunuz, dedi.

Hazretgile gidiyoruz, dedik. Yolu şaşırmışsınız, falan yoldan gideceksiniz, dedi. Ağlamaya başladık. Çünkü iki küçük çocuğuz ve yollarda ayılardan geçilmiyor. Onun tarif ettiği yoldan bir mezraya gittik. Mezradakiler ne Kürtçe biliyordu ne de Türkçe. Zazaca konuşuyorlardı. Sonra Türkçe bilen bir hanım geldi. Bizi götürüp ekmekle yoğurt verdiler. Oradan ayrılıp Bingöl'e geldik. Abim de Bingöl'e gelmiş. Biz bütün meşakkatlere, zorluklara razıyız. Ancak abimin bizi geriye döndürmesinden korkuyoruz. Bize "Siz gidemezsizin, nasıl gideceksizin" dedi. Yalvarıp yakarıp sonunda gideriz diye ikna ettik. O zaman Muş'a tren gitmiyordu. Bir arabaya bindik, araba sahibi bizden para almadı. Su getiriyoruz, paramızı oradan sayıyorlar. Bir akşam üzeri onlardan ayrıldık. Akşam namazımızı kıldık. (Bu arada tek bir namazımızı bile terketmiyorduk. Hatta bazen abdest alınca buzdan gözlerimiz açılmıyordu.) Yola koyulduk. Orman, dere-tepe gidiyoruz. Nasıl gidiyoruz bilmiyoruz. Akşam olunca bir ateş gördük, ateşin yanına giderken bir adamla köpek bizi karşıladı. Çok yorgunduk. Çadıra götürüp yemek yedirip, bizi yatırdılar ve bize dediler ki: "Bizden korkmayın biz Karaçiyiz" Karaçi Diyarbakır'da çingenelerin çok kötü kısmına denirdi. Biz bunu bildiğimizden çok korktuk. Yusuf'a "Vallahi bunlar bizi keserler, etimizi de yerler" dedim. Biz bu korkuyla uyuduk. Kalktık ki, kuşluk olmuş. Sabah namazını niçin kaçırdık diye çok müteessir olduk. O zaman 11 yaşındaydım. O tesir hâlâ kalbimdedir. Evin kadını bize bir parça ekmek verdi, biz yeniden yola çıktık. Hangi köye uğrasak hep ekmek istiyoruz. Ekmek kimse de yok. Herkes fakr u zaruret içinde. Köyün birinde adamın birisi bizim okumaya gittiğimizi öğrenince bir mektup yazıp bize verdi ve Muş'a gidince abimin evi oradadır, onu bulun, o size yardımcı olur, dedi. Muş ovasına geldik. Çabuk yürümek için ayakkabılarımızı çıkardık. O günlerde ayağımda meydana gelen patlamaların sertliği bugün bile duruyor. Muş'a geldik. Mektup veren adamın kardeşinin kahvesini zor da olsa bulduk. Bizi o gece evinde misafir etti. Ertesi günü bizi arabaya bindirdi ve 6 saat yolculuktan sonra Nurşin'e vardık.

NURŞİN'DE

Orada Şeyh Mehmed Ma'sum'un yanına gittik. O bize "Kızımın düğünü var, siz üç gün düğünde yeyin için, üç gün sonra ben size bir şeyler söyleyeceğim" dedi. Üç gün sonra yanına gittiğimizde bizi Muşahsin'e göndereceğini söyledi. Muşahsin, Nurşin'in aşağısında bir köydür. Muşahsine gittiğimizde Hoca orada yoktu. Arkadaşım Yusuf "Ben artık gelmeyeceğim" diyerek benden ayrıldı ve geriye döndü. Ben çok üzüldüm ama kalması için ikna edemedim. Artık tek başıma kalmıştım. Benim sesim o zamanlar hoş ve güzeldi. Bana Hazretin çocukları orada ilahi söylettiler. Sonra da "Eğer Şeyh Ma'sum sana yer bulmazsa biz buluruz" dediler. Bu sıralar ben durmadan ağlıyordum. Sık sık çeşmeye gidip yüzümü yıkıyordum ki, göz yaşlarımı görmesinler. O şekilde beni Hazretlerin yaylalarına götürdüler. O yaylada iken bizde bir okuma hevesi vardı ki, 24 saatte en fazla 2 yada 3 saat uyurduk. Orada 8 yıl durduk. Bu 8 yıl zarfında en fazla 24 saatte 4 saat uykumuz olmuştur. Hatta cuma günü gelince, "Bu gün dersimiz olmayacak" diye ağlıyorduk. Orada çok fazla açlık çektik. Öyle oluyordu ki, her gece rüyamda kendimi evimize gidiyor ve evde yemek yiyor görüyordum. Bu her gece oluyordu. Orada ya çorbayla ekmek yiyorduk ya da ekmekle ayran. Haftada bir defa çıkan bulgur pilavıyla bayram ediyorduk adeta. İki ayda bir çay geliyordu. Çok az miktarda gelen şekerin bir tanesiyle 5-6 bardak çay içiyorduk. En küçük bendim. Bu yüzden bana pek bir iş yaptırmıyorlardı. Okuduğumuz kitapları hep ezberliyorduk. Üşümemek için koyun ağılının içerisine gider, orada kitapları ezberlerdik. Geceleyin de hep o ağılda kalırdık. Işık da çok zor bulunurdu. Geceleyin kitabın bir yeri aklımızdan gitse, ışığı yakar, o yeri görünce yeniden söndürürdük.

Burada Arapça'yı ve Farsça'yı öğrendik. Edebiyatla da ilgilendik. Edebiyatla ilgili birçok kitap okudum. 2000'e yakın şiir ezberledim. Oysa bize kimse ezberleyin diye birşey söylememişti. Biz de öyle bir iştiyak oldu. O kadar fazla ders çalışırdık ki 10 talebeden 9'unun gözü ağrıyordu. Çok çalıştığım halde benim gözüm ağrımadığından ben "Benim gözüm niye ağrımıyor" diye müteessir olurdum.

SURİYE YOLCULUĞU ve DÖNÜŞ

Bundan sonra Suriye'ye gittik. Gidiş sebebimiz de Menderes zamanında doğuda okumanın yasaklanmış olmasıydı. Suriye'de Tilmağribe gittik. Tilmağrib'te tahsilimiz oldukça verimli oldu. Orada Şafi'yi, İbn-i Hacib'in sarf kitabını (ki bu çok ağır bir kitaptır) Muallekat-ı Seba'yı ve Minhac'ın bir kısmını ezberledim. Tefsir üzerine de çok çalıştım. Beş saat hiç oturmadan oda içinde gidip gelerek ezberlediklerimi iki günde bir tekrarlardım.

Bize gelen zekatlarla hep kitap alıyordum. Kitap olmadığından on beş kişi bir kitaptan çalışıyorduk.

Suriye'de hasta oldum ve hastaneden çıktıktan sonra Bingöl'e döndüm, orada bir köyde 17 yıl imam olarak kaldım. İki yıl da kendi köyümde bulundum. İki yıl hariç hep talebelerimiz vardı. Elhamdülillah bizim talebelerimiz de hoca oldular. O gün bu gündür az da olsa ilimle meşguliyetimiz var.

82'DEN SONRA İSTANBUL

- İstanbul'a gelişiniz nasıl oldu?

- Anarşist meselesi ortaya çıktı. 82 Anayasısına bizim orada red oyu verildi. Red oyu verilince 25 tane din adamını sürgüne gönderdiler. Bazıları hapse girdi, akılları sarsıldı. Hâlâ da öyle duruyorlar. Hatta bana da ilaçlanmış karpuz verdiler. Beni etkiledi. Hâlâ da onun tesirini hissederim. Din adamları 80'lerde çok eziyet gördü. Ama kimse bilmiyor. Köyde insanlar çırıl çıplak ellerinden asılıyor ve saatlerce ayakta tutuluyorlardı. O zaman bütün hakaretler sünni köylerine yapılıyordu. Benim evim günlerce göz hapsinde tutuldu. Kitaplarım iki buçuk yıl, ağılın içinde gübrenin altında sakladım. İki buçuk yıl kitaplardan ayrıldık. Bu durumlar olunca Şeyh İzzeddin el-Haznevî Efendi'ye gittim. O da "İşini yap, bir yolunu bul, İstanbul'a ya da Ankara'ya git" dedi. Bir yolunu bulup İstanbul'a geldim. Daha önce imam olmama rağmen büyük uğraşlar sonucu görev alabildim. Bizim okuduğumuz zaman bu bölücülük hareketleri yoktu. Babam bana Kürtçe de, Türkçe de mevlüt okuturdu. İnsanın aklına hiç bir bölücülük gelmezdi.

BÖLÜCÜLÜK NASIL ORTAYA ÇIKTI

- Hocam şimdi bölücülük hadiseleri var. Başlangıçta bunların olmadığını, Doğu insanının böyle şeyler bilmediğini herkesin birbiriyle kaynaşmış olduğunu siz de belirtiyorsunuz. Şimdi devlet çözüm arıyor, bulamıyor. Üstelik şimdi halk da yavaş yavaş bu meselenin içine girdi. Sizce bu mesele nasıl meydana geldi? Nasıl izale edilebilir?

- Bu meseleyi en başta Avrupa başımıza açtı. Avrupa'ya gidip gelenler de istemeden de olsa onlara yardımcı oldular. Bu bakımdan gidip gelenlerin yaptığı zarar büyük oldu. O zaman bizde Kürt-Türk ayrımı yoktu. Bunu bizim başımıza Avrupa getirdi. Ne Suriye'den ne Irak'tan bilelim. Irak'ı da, Suriye'yi de tezgahlayan yine Avrupadır. Abdullah Öcalan'ı Almanya besliyor. Sovyetlerin bu işte fazla bir katkısı yok.

Nasıl düzelecek? Benim kanaatimce düzelme çok zor. Düzelme olacaksa bu, iki şey sayesinde olacaktır. Hakiki müslümanlık ve dillerini kendilerine vermek. Sadece dillerini de versen bir işe yaramaz. Hakiki iman şart. Mehmed Akif şöyle diyor:

"Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyama;

Rücu' etsinler artık Müslümanlar sadr-ı İslâm'a"

Osmanlı zamanında böyle birşey yoktu. Osmanlı da Türktü. Şeyh Ahmedü'l-Cezeri, İstanbul'un fethiyle alâkalı Kürtçe bir şiir yazarak Fatih Sultan Mehmed'i övmüştür:

"Ey padişahlar padişahı Cenab-ı Allah senin koruyucun olsun

Herhalde İnna Fetehna Suresi senin hakkında nazil olmuştur.

Yalnız Tebriz, yalnız Kürdistan senin egemenliğine girmesin

Horasan memleketi ve padişahı gibi yüzlerce memleket ve padişah senin egemenliğine girsin."

O gün Cizreli Ahmedü'l-Cezeri öyle diyor, bugün Cizre'yi görüyorsunuz. Tek çare bu, yani müslüman olacak. Eğer bu gün mecliste olanlar kırk gün namaz kılsınlar, doğudaki halk koyun gibi onların arkalarından giderler.

Bugün Türkiye'de değil bütün İslâm dünyasında müslümanlar nasıllar? Belediyede çalışan bir adam bana şunları anlattı: "Okulun bir tanesinin lağımı kapanmış, işçileri gönderdik. Arkasından ben de gittim. Lağımı açtılar, ben diyeyim 30 siz deyin 50 bebek, lağımı kapatmış." Bunu belediyenin adamı anlatıyor. İlim irfan yuvası bu hale gelmiş.

Millet olarak Cenab-ı Allah'ı unutmuşuz. İnsanımızın bir kesiminde sadece ilim kalmış, amel hiç yok.

Doğu'daki bölücülük hadisesinin meydana gelmesindeki ikinci sebep de şudur: Eğer bu gün Ankara'da bir Kürtçe program yapıp radyoda yayınlasan, programı istediğin gibi yaparsın. Oysa bugün Irak, İran ve özellikle Rusya kendi görüşleri doğrultusunda Kürtçe programlar yapıp yayınlıyorlar ve doğudaki halk da bunu dinliyor. Biz yapmıyoruz, onlar da dinlemiyor zannedilmesin. Onlar dinliyorlar. Hem de bizim istemediğimiz yayınları. Komşu ülkelerde yapılan programlardaki müzikler bile siyaset içermekte.

Üçüncü sebep şudur: Doğu'daki din adamlarının yok oluşu. 50 yıl boyunca din adamlarını vurdular. Hatta Demirel zamanında Mola Nimetullah hocayı minberden alıp götürdüler. Sarığı boğazına sarılmıştı. Oradan çekip götürdüler. Götürürken yere düştü. 80 yaşındaki hocayı sürüne sürüne götürdüler. Bu 50 yıl boyunca din adamlarının başını vurdular. Medreseleri kapattılar. Medrese gitti, âlim gitti. Cahil cüheladan ne olacak ki. Oysa her bir din adamı 10 bin insanı arkasından götürür. Eskiden bir din adamı sus deseydi, 30 köy birden susardı. Âlim gitti. Bir de bunun yerine gelen öğretmenlerin bozulması vardır.

Dördüncü sebep fakirlik: Çünkü fakirlik bir beldeye girerse bir zulmü de beraberinde getirir. Doğuda geçen yıl, insanlar ayda 10 bin lirayı kendisine gelir kabul ediyordu. Evlerin çoğuna et üç-dört ayda bir kere ancak giriyordu.

İstanbul'da bizim memleketli çok zengin vardır. Zekatı mezata atarlar. Bir yemek yedirirler, 20-30 milyon verirler. Zekatı verenler bile şeriata göre vermiyorlar. Kendi köylerimizdeki fakirlere akrabalara, komşulara birşey vermiyoruz.

Oysa, zekatı bir fakire verirsen, fakir olduğundan dolayı bir sevap alırsın. Komşuya verirsen iki sevab alırsın. Hem komşu hem de ihtiyaç sahibi olduğundan. Eğer akrabaya verirsen üç sevap alırsın. Hem komşu, hem ihtiyaç sahibi hem de akraba olduğundan dolayı.

Doğuda ihtiyaç sahibi çok insan vardır. Ama vermiyoruz. Buradaki zenginler zekatlarını doğudaki akrabalarına verseler, onlar da ihtiyaçlarının bir kısmını giderebilirler.

- Hocam, diğergamlık, şefkat, yardım ve insan sevgisi ile İslâm arasında büyük ilgi var herhalde. İnsanların İslâmi özellikleri zayıfladıkça, şefkatleri ve diğergamlıkları da mı azalıyor acaba? Mesela; sahabenin kardeşliği, şefkati, diğergamlığı nasıldı?

- Elbette öyle. İnsanı birbirine karşı sorumlu kılan dindir. Dini devre dışı bırakırsanız, kendimi neden mes'ul hissedeceğim bir başkasına karşı?! Bakın mesela, sahabenin hayatı bambaşka idi. Farzedelim fakirlerin savaşa gidecek gücü olmazdı. Hz. Osman 700 deveyi orduya verdiği gibi müslümanların silahlarını ve onların ailelerinin rızkını temin ederdi. İslâm'da takva bu şekilde olur. "Ancak müslümanlar kardeştir" ayette böyle diyor.

Kardeşlik şefkati, şefkat vermeyi ve ihsanı gerektirir. Şefkat, adaleti ve birleşmeyi gerektirir.

Kopukluk bizim aramıza girmiş, alimin birisi diyor ki:

"Müslümanın hareketleri sirayet edicidir. Hakiki müslüman bir topluluğa girerse oradaki bütün insanları kısa sürede müslüman yapmalıdır."

Bizde dava İslâmiyet değildir. İslâm'a gelinmediği takdirde de işler düzelmez. Eğer bir yerde izzet varsa Yüce Allah'tandır. İslâm dinindendir. Herhangi bir millet dine ne kadar bağlı olursa o kadar yükseliyor. Türkleri göz önüne alalım. Türkler İslâmiyet'ten önce belki güçlüydüler ancak hakiki bir devletleri yoktu. Hakiki bir devlet yapısına İslâmiyet'in kabulünden sonra kavuştular. Bu gün kendi ananesinden bizim kadar kopmuş başka bir devlet yoktur. 600 yıl boyunca İslâmiyet'in mefahirinin hazinesi olan Osmanlıcayı bugün kimse bilmiyor. Bu gün Fuzülî'nin divanını bir meydanda okusanız, "bu ya İngilizce ya da Farsça" derler. Bu kadar kopmuşuzdur. Bizde büyük bir batı hayranlığı vardır. O kadar ki "Fena fi'l-Avrupa" olmuştur bazıları. Avrupa egemen güçlerin akıllarını başlarından almıştır. Üsküdar meydanında birisi 10 dakika Osmanlıları övse 11. dakikaya kalmadan hapse götürürler. Sabahtan akşama kadar Avrupa'yı Amerika'yı övse bir şey yapmadıkları gibi ödüllendirirler. Türkleri yok eden de onlar ve hâlâ yok etmeye çalışanlar da.

Basiret sahipleri diyor ki; Eğer Osmanlılar kendi kumandalarını Almanların eline vermeseydiler l. Dünya Savaşı'nda o kadar perişan olmazlardı. İzzeti o zaman kafirin yanında buldular, perişan oldular. Beyrut Amerika'nın dükkanı idi. Tüm izzeti oradan biliyordu, halini görüyorsunuz. Kuzey Amerika'nın omurga kemiği idi, hep izzeti oradan biliyordu. Halini görüyorsunuz. Pakistan bütünüyle onlara yönelmişti. Hatta resmi dil olarak İngilizce'yi kabul etmişti. Tefrikasını görüyoruz. Parçalandı gitti. Aynı zillet yarın bizim başımıza da gelecek. Bunun için kafirin yanında yer tutmayalım.

Durum ve hal budur. Maalesef anayasalarımız da bu şekilde oluyor, seçimlerimiz de. Bizi ancak din kurtarır. İlle de din olacak. Dini terk ettiğimiz zaman perişan oluruz. Allah korkusu Allah'ın muhabbeti yok olduktan sonra kurtuluşa ulaşamayız.

Bizim ittifakımız ancak dinde olur, din kardeşliğinde olur. Hakkı hak sahibine ve çalışana vermekle olur. Sevgiyle, yardımlaşmayla olur.

- Hocam, Doğu'da teröristlerin ders okutanlara bakışı nasıl?

- Ders okutanları istemiyorlar, çünkü dini istemiyorlar. Onların çoğu özel olarak yetiştiriliyor. Bugünkü terör, kafaların beyinlerin düşmanıdır. Nerede aklı ilmi görürse onun üzerine gidiyor.

BİR ÂLİM NASIL YETİŞİR?

- İslâmî ilimleri okumak isteyen bir genç, okumaya nasıl başlamalı? Neleri okumalı? Bu günkü dünyanın gerektirdiği şartlarda bir İslâm alimi nasıl yetişir? Bunlar üzerinde neler düşünüyorsunuz?

- Eski tarihimize dönersek bunları hemen görebiliriz. İmam-ı Gazali'yi, Fahri Razi'yi ele alırsak... Tıpta, felsefede, mantıkda, tasavvufta her birinin prensipleri vardır. Eğer ilme bu şekilde gidersek muvaffak oluruz.

İlim yoluna giren bir öğrenci herşeyden önce Kur'an-ı Kerim'i, Buhari-i Şerifi güzel bilecek. Alet ilimlerine vâkıf olacak. Şeriatı bilecek. Çünkü şeriat İslâm Hukuku'dur. Din Fıkıhtır. Onun için Fıkhı bilecek. Edebiyatı öğrenecek ki öğrendiklerini güzel bir şekilde ifade edebilsin. Ve tasavvuf ruhu verilecek. Eğer tasavvuf ruhu verilmezse talebe bir mertebeye kavuşamaz. Bizim arkadaşlarımız içinde ilimde en ileri gidenler tasavvuf ruhuyla beslenen öğrencilerdi.

- Tasavvuf ne veriyor hocam, öğrencilere?

- En başta, akıl, ağırlık, kanaat, ahlak veriyor ve en önemlisi Allah'ın rızasını kazanma azmi veriyor.

- Hocam, Allah razı olsun teşekkür ederiz.

- Allah cümlemizden razı olsun.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle