Muhterem Okuyucularımız;
Yaşadığımız şu günleri, bir tencerede yavaş yavaş kaynayan bir suya benzetebiliriz. Tencerenin altında sonuna kadar açılmış ocak yüzünden su kademe kademe ısınır, ama kaynayacağını gösteren zâhirî hiçbir işaret yoktur. Sonra tek tük kabartılar çıkmaya başlar, suyun zemininden yukarıya doğru baloncuklar çıkar, derken bu balonlar artar ve suyun sathı/yüzeyi fokurdar ve nihayet buharlaşma ile suyun kaynadığını anlarız.
İnsanların iç dünyasına ekilmiş inançsızlık ve ahlâksızlık tohumları da böyledir. Dış yüzeye çıkana, dikenleri insanları rahatsız etmeye başlayana kadar olup bitenin farkında olmayız ekseriyetle…
Bunları niye söyledim? Yaklaşık 200-300 yıldır insanlık tarlasına ekilen ateizm, deizm vb. inançsızlık tohumları; bilimi kutsallaştırma, onu şaşmaz doğru kabul etme hastalığı; ferdiyetçiliği/bireyselliği, haz ve menfaati insanın en temel prensipleri kabul etme düşüncesi, ırkçılığı bir hayat felsefesi olarak görme marazı; bugün geldiğimiz enkazı açıklamaktadır.
Kalbinde Allah korkusu ve âhiret hesabı endişesi olmayan doktor, acımasız bir cellat veya insan kasabına dönmüş durumdadır. İnsanlığın müreffeh bir hayat içinde yaşaması için “sınırlı kaynakları”, “sınırsız ihtiyaçlara” tatbik etmesi beklenen ekonomistler; insanları daha fazla nasıl sömürebileceğinin ince hesaplarıyla köşeyi dönmek istemektedir. Azınlığın iktidar ve menfaatlerini, çoğunluğun en zarurî ihtiyaçlarını dahî kısıtlayacak, hattâ ellerinden alacak şekilde genişletmektedirler.
Irkçı ideolojilerin peşinden giden siyasetçiler, insanlığı iki defa dünya savaşına soktukları yetmezmiş gibi, üçüncüsünün fitilini ateşleme derdine düşmüşlerdir.
Ahlâkî yozlaşma, bir neticedir ve ortadaki kokuşmuşluk herkesin genzini yakmaktadır. Ancak bunun temel sebebi, Allâh’a ve âhiret gününe îmandan uzaklaşmaktır.
Bugün tekrar îman çerçevesinde bir hayata ve ahlâka ihtiyaç duymaktayız. İnsanların haksız yere öldürülmediği, “Rabbim Allah’tır!” dediği için katliâma mâruz kalmadığı; zayıfların güçlüler tarafından ezilmediği, zekât ve infak sayesinde toplum içindeki uçurumların azaldığı, herkesin birbirini “muhterem” ve “şahsiyetine dokunulmaz” varlıklar olarak gördüğü bir hayata muhtacız.
Mehmed Âkif’in diliyle, “Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!” mısraında ifadesini bulan, insan hayatının hiçe sayıldığı câhiliye zaman ve toplumlarından, İslâm’ın saadet iklimine girmeye ihtiyacımız var. Yenidoğan çocukların üç kuruş menfaat için katledildiği, küçücük canların en yakın akrabaları eliyle parçalandığı, dünyanın gözünün içine soka soka canlı yayınlarla bir milletin topyekûn yok edildiği, kısacası insanların ve insanlığın her bakımdan kirlendiği ve kirletildiği bir çağdayız.
Böyle bir çağda insan olmak ve insan kalmak zorundayız. Kendimizi, İslâm ile diriltmek, İslâm’la hayat bulmak mecburiyetindeyiz.
İslâm, nasıl, câhiliyenin kupkuru çöl kesilmiş bedenine girip ondan “sahâbe kıvamını” çıkarmışsa; onun damarlarında hâlâ bu hayatiyet var. Onun bizim gönlümüze yağan bir rahmet olması için İslâm’la aramıza giren mânîleri kaldıralım. Gözümüzü, gönlümüzü, evimizi, âilemizi, işimizi, günümüzü, gecemizi İslâm’a açalım. Onun hayat veren yağmurlarında yıkanalım, paklanalım. Önce kendimiz dirilelim, sonra da yaşadığımız asra bu âb-ı hayatı sunalım.
Su fokur fokur kaynamadan, iş işten geçmeden; tevbe kapısı kapanmadan, Güneş batıdan doğmadan…
Ömer Faruk DEMİREŞİK
YORUMLAR