Şeyh Sâdî (r.a) -1

Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz (s.a.v), sırf kendini düşünüp din kardeşinin ıztırâbına duyarsız kalmanın, İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığını bildirmek üzere; “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15) “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, bizden değildir.” buyurmuştur. (Bkz. Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) Dolayısıyla din kardeşinin acısına bîgâne kalmak, çok ağır bir cürüm ve nâdanlıktır.

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

Bir yıl Şamda müthiş bir kıtlık oldu. Halk, perişan bir hâle düştü. Bu sırada yanıma bir dostum çıkageldi. Bu dostum, kıtlıktan önce hayli güçlü-kuvvetli, makam-mevkî ve servet sahibi, iri cüsseli olmasına rağmen, onu da zayıflamış, solgun ve bitkin bir hâlde görünce şaşırdım. Ona niçin bu hâlde olduğunu sordum. Dostum ise bu suâlime üzülüp hayretler içinde:

«–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflettir! Biliyorsan, niçin soruyorsun?! Görmüyor musun ki felâket son raddeye vardı!» dedi.

Ben bu defa;

«–Biliyorum! Fakat sen niye bu kadar üzülüp kendini heder ediyorsun ki? Senin her şeyin var. Dünyayı tûfan kaplasa, her yer sele gitse, bundan bir ördek ne zarar görebilir ki?» deyince, o fazîlet ehli dostum, sanki bir âlimin câhile bakışı gibi mânidar mânidar baktı ve şöyle dedi:

«–Kendisi sahilde olup da din kardeşlerinin denizde boğulmakta olduğunu gören bir insanın kalbinde hiç huzur olur mu? Benim yüzüm, müslümanların dûçâr olduğu ıztıraplar sebebiyle sararıp soldu. Zavallı din kardeşlerimin muzdarip hâlini gördükçe, yediğim her lokma boğazıma diziliyor, sanki zehir yutuyorum. Bir insanın dostları zindanda iken, o insan bir gülistanda nasıl gezip eğlenebilir?!»”

Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz (s.a.v), sırf kendini düşünüp din kardeşinin ıztırâbına duyarsız kalmanın, İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığını bildirmek üzere;

Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)

Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, bizden değildir.” buyurmuştur. (Bkz. Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Dolayısıyla din kardeşinin acısına bîgâne kalmak, çok ağır bir cürüm ve nâdanlıktır. Nitekim bir anlık gafletle bu duygusuzluğu yaşamış olan Seriyy-i Sakatî Hazretleri, o hâlinden duyduğu nedâmeti yıllar sonra şöyle ifade etmiştir:

“Bir gün Bağdat çarşısı yanmıştı. Birisi koşarak geldi ve;

«–Bütün Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin dükkânınız kurtuldu. Gözünüz aydın!» dedi.

Ben de bir an için, dükkânı yanan din kardeşlerimin hâlini düşünmeden kendi nefsim adına; «Elhamdülillâh!» deyiverdim. O an dükkânı yanan kardeşlerimin ıztırâbından gâfil kaldım. Tam otuz seneden beri o hâlimin istiğfârı içindeyim.” (Hatîb el-Bağdâdî, Tarih, IX, 188)

Ya bizler?

Bugün âdeta bir yangın yerini andıran İslâm coğrafyasındaki din kardeşlerimizin, bilhassa senelerdir bir “açık hava hapishânesi”nde tutulan, son dokuz aydır da benzeri görülmemiş bir vahşet ve cinnetle katliâma mâruz bırakılan Gazzeli müʼminlerin dertleri ile ne kadar dertlenebiliyoruz?

Onların; ölüm, yaralanma, tehcir, tehdit, salgın hastalık, açlık, susuzluk ve her türlü mahrûmiyetle sınandığı bu günlerde, bizler ne kadar duygu derinliği içindeyiz? Onların derdi ne kadar uykularımızı kaçırıyor? Onların fiilen yanlarında olamadığımız ve zor zamanlarında yardımlarına koşamadığımız için, Rabbimiz’den ne kadar af diliyoruz?..

Yoksa kardeşlerimizin yaşadığı acılar, bizim için akşam duyulup sabah unutulan gündelik haberler hâline mi geldi? -Allah korusun- böyle bir duygusuzluk, değil müslümanlığımızı, insanlığımızı bile sorgulatacak derecede büyük bir gaflettir!..

Zira Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede, Rasûlʼünün yanındaki müʼminlerin vasıflarını beyân ederken;

“…İnkârcılara karşı çetin (tâvizsiz), birbirlerine karşı merhametlidirler…” (el-Fetih, 29) buyuruyor. Yani müʼminlere karşı merhametli olmak, müʼminin aslî tabiatı olmalıdır.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de, din kardeşlerimize karşı sahip olmamız gereken kalbî hassasiyeti şöyle bildiriyor:

Mü’minler birbirlerini sevmekte, merhamet etmekte ve korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğunda, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

Komşusunun evinde yangın çıktığını gören birinin, kendi evinde rahat rahat çayını içmeye devam etmesi, nasıl büyük bir duygusuzluksa, din kardeşleri ezâ ve cefâ girdabında boğulan bir müʼminin gülüp eğlenmesi de büyük bir merhametsizliktir. Hiçbir müʼminin vicdânı, din kardeşleri muzdaripken müsterih olamaz. Zira diğergâmlık ve merhamet, mü’minin alâmet-i fârikasıdır.

Müʼmin, dâimâ vicdanının sesini dinleyip kendini mazlum din kardeşlerinin yerine koymalı:

“Ben Gazzeʼde olabilirdim, Gaz-ze-li kardeşlerim de benim yerimde olabilirlerdi. Şayet öyle olsaydı, din kardeşlerimden nasıl muâmele görmek isterdim? Demek ki ben de bugün onlara, aynı şefkat ve merhameti göstermeliyim.” diye düşünmelidir.

Unutmayalım ki, İslâm kardeşliği, sevinçleri paylaşmak kadar, kederleri paylaşmaya da gönüllü olmayı gerektirir. Gerçek kardeşlik ve dostluk, sadece rahat zamanların çay kahve muhabbeti değil, kara gün dostluğudur.

Bu hususta hâlimizi ciddiyetle gözden geçirip kendimize çeki düzen vermeli, hatâ, kusur ve noksanlıklarımızı bir an evvel telâfiye yönelmeliyiz. Ki yarın huzûr-i ilâhîde mazlum din kardeşlerimiz; niçin yardımlarına koşmadığımızı, kendileri kan ağlarken nasıl rahat rahat gündelik hayatımıza devam edebildiğimizi sorduklarında mahcup olmayalım.

Halife Hazret-i Ömer (r.a) ümmetin dertlerine bîgâne kalmaktan duyduğu derin endişe sebebiyle, insanların uykuya daldığı gece vakitlerinde mâtemlerin civârında dolaşır, muhtaç veya muzdarip bir müʼminle karşılaşınca, onun derdine derman olabilmek için bizzat sırtında un çuvalı taşır, fakir-fukarânın ocağını yakar, yemeğini pişirirdi.

Yine Hazret-i Ali (r.a)’ın torunu Zeynelâbidîn Hazretleri, Medîne fukarâsının kapılarına sırtında taşıdığı erzak çuvallarını gizlice bırakır, kimse bu hayrı kimin yaptığını bilmezdi. Bir sabah kapılarında erzak çuvalını göremeyen Medîne fukarâsı, bu mübârek zâtın vefât ettiğini anlamışlardı.

Nitekim Zeynelâbidîn Hazretle-riʼnin cenazesi yıkanırken, sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar görülmüştü. Sebebi sorulduğunda, Ehl-i Beyt’ten orada bulunup bu sırra vâkıf olan biri şöyle dedi:

“–Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.” (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122)

Dört büyük halifeden sonra beşinci halife sayılan Ömer bin Abdülazizʼin iki buçuk sene süren hilâfet devri de, asr-ı saâdetten sonra mânevî terakkînin topluma yansıdığı en zirve dönemdi.

Ümmetin derdini kendi derdi bilen halifenin ihlâsı, topluma da aksetmişti. Herkes zekâtlarını fazla fazla vererek, infak ve hayrat yarışına girdi. Kur’ânʼa ehemmiyet gösterildi. Hak ve hukuk tevzî edildi. İbadet ve tâatlere rağbet arttı. Her yeri İslâm ahlâkının huzur, sükûnet ve rûhâniyeti kapladı. Öyle bir rahmet ve bereket oldu ki, dağdaki kurtlar, koyun sürülerine saldırmaz olmuştu. Fakat bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. Bunu görenler;

“–Şu âdil halîfe herhâlde ölmüş olmalı!” dediler. Sabah olunca da hakîkaten Ömer bin Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendiler.

İşte Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in izinden giderek ümmetin derdiyle böylesine dertlenen müʼminlerin bulunduğu toplumlarda ilâhî rahmet tecellî etti.

Bizler de bu rahmete nâil olabilmek için, Cenâb-ı Hakkʼın biz kullarına “üsve-i hasene” yani en mükemmel örnek şahsiyet olarak ihsan buyurduğu Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin ne kadar izinden gidebildiğimizi, ciddiyetle tefekkür edelim.

Zira Efendimiz (s.a.v);

‒Allâhʼa karşı haşyet,

‒Mahlûkâta karşı merhamet,

‒Nefsine karşı da zühd hâlinde yaşamıştı.

Havf ve recâ arasında, yani Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalma korkusuyla Oʼnun rahmet ve rızâsına nâil olma ümidi arasında, rakik bir gönülle kullukta bulunmuştu. Bu gönül kıvamıyla da ümmetine örnek olmuştu.

Yine Efendimiz (s.a.v), ümmetine karşı “raûf ve rahîm” idi. Yani bir anne-babanın evlâdına olan düşkünlüğünden çok daha büyük bir şefkat ve merhamet sahibiydi. Her dâim, Hâlıkʼın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış düstûrunu tâlim ve telkin ediyordu. Ümmetinin sevinciyle seviniyor, ıztırâbıyla muzdarip oluyordu. Ümmetini aç ve sefil hâlde görünce hüznünden mübârek sîmâsının rengi değişiyor, açları doyurmadan kendini doyurmayı düşünmüyor, muhtaçların gönlüne huzur vermekle huzura kavuşuyordu.

Yine Efendimiz (s.a.v), şahsî hayatında zühd hâlinde yaşıyordu. Kifâyet miktarı ile geçinip ihtiyaç fazlasını cömertçe infâk ediyordu.

Oʼnun zâhidliği, yoksulluktan kaynaklanan mecburî bir zühd hâli değildi. Zira zaman zaman ganimetler ve hediyeler geliyor, hâne-i saâdetleri mal-mülk ile dolup taşıyordu. Dileseydi çok rahat bir hayat yaşayabilirdi. Fakat O, ferdî hayatında zâhidâne bir yaşayışı gönüllü olarak tercih ediyor, elindeki nîmetleri ümmetinin muhtaçlarıyla paylaşmadan huzur bulamıyordu. Zira gönlü merhamet mayasıyla yoğrulmuş olan Efendimiz (s.a.v), yaşama zevkini bir kenara bırakmış, yaşatma sevdâsına gönül vermişti.

Efendimiz (s.a.v):

Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)

Dolayısıyla bizler de Efendi-miz’le âhirette beraber olmak istiyorsak, Oʼnun hâliyle hâllenmeli, ahlâkıyla ahlâklanmalı, hayat ve hâdisâta Oʼnun hissiyat ve fikriyâtıyla bakmaya çalışmalıyız. Bunun için de evvelâ, Oʼnun, ümmetine duyduğu engin şefkat ve merhametten hisseler almalıyız. Mensubu olduğumuz ümmet-i Muhammedʼin dertleriyle dertlenip, ümmetin mazlum ve muhtaçları için kalbî ve fiilî duâlarda bulunmalıyız. Zira bunlar, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼe olan muhabbetimizin belki de en güzel şâhitleri olacaktır.

Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:

Allah katında, kulun şöyle demesinden daha sevimli bir duâ yoktur:

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ رَحْمَةً عَامَّةً

«Allâh’ım! Ümmet-i Muhammede umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!»” (Ali el-Müttakî, no: 3212, 3702)

Hak dostlarından ruf-i Kerhî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

Kim her gün on defa:

اَللّٰهُمَّ أَصْلِحْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ أُمَّةِ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ

«Allâh’ım, ümmet-i Muhammedin hâlini ıslâh eyle!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammedin sıkıntılarını gider!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammede merhamet eyle!» derse, Allah dostlarından yazılır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

Bir işi kapalı, bağlı, örtülü gönce; artık çözülmez, halledilmez ve açılmaz diye düşünme! Tasalanma ve müteessir olma! Bil ki âb-ı hayat, karanlıklar içindedir.”

[Her karanlık gecenin nurlu bir şafağı olduğu gibi, zulmün sonu da zevaldir. Allâhʼa teslîm olan bir müslümana, hangi zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın, bedbin/ümitsiz olmak değil, bilâkis nikbin/ümitvâr olarak, sabırla gayret etmek düşer…

Filistinʼde bir asır önce başlayan mezâlim, son dokuz aydır vahşî bir katliâma dönüşerek devam ediyor. Bütün dünyanın gözleri önünde, asrın en büyük cinâyeti işleniyor.

Fakat mazlum müʼminler yılmıyor, sabır ve ümitle direnerek bütün insanlığa büyük dersler veriyorlar. Zira Cenâb-ı Hak, îmanlarına sadâkatleri nisbetinde, kullarının sabrını, sebâtını, tâkatini de artırıyor.

Bütün maddî imkânlarına rağmen siyonist teröristlerde, depresyona giren, hattâ intihar edenler görülürken; Allahʼtan başka sığınak, barınak ve dayanakları olmayan Gazzeli mazlumlarda, intihar vakasına rastlanmıyor. Bilâkis, bomba yağmuru altında, ana, baba, kardeş, evlât şehid oluyor, ev-bark gidiyor, buna rağmen isyan etmiyor ve yürekleri yansa da;

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

“…Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir.” (Âl-i İmrân, 173) diyerek Allâhʼa sığınıyor, Oʼna hamd ediyorlar.

Bir hadîs-i şerîfte;

“…Uğradığı haksızlığa sabredenin Allah şerefini artırır...” buyruluyor. (Tirmizî, Zühd, 17)

Hakîkaten, insanlık nezdinde Gazzeli mazlumların şeref ve îtibârı artarken, onlara bu zulmü revâ gören zâlim siyonistler, her geçen gün daha büyük bir öfkeyi üzerlerine çekiyor, kendi elleriyle kendilerini rezil ve zelil ediyorlar.

Gazzeli müʼminlerin dirâyet, metânet ve ruh asâletine, insanlıktan nasibi olan herkes şâhitlik ediyor. Hattâ gayr-i müslim coğrafyalardaki nice nasipli gönüller, onlar sayesinde İslâmʼı araştırıp hidâyetle şerefleniyor.

Onlar, müslümanın dâimâ ümitvâr olması gerektiğini, şartlar ne kadar menfî olursa olsun, ümitsizliğin bir müʼmine aslâ yakışmadığını, hâl lisânıyla tâlim ve telkin ediyorlar.

Yine onlar bu vakur duruşlarıyla bütün cihana şunu tebliğ ediyorlar ki; hiçbir şey gibi zulüm de sonsuza kadar devam edemez. Zâlimler ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler, zulüm de kendisine takdir edilen vakit nihâyete erdiğinde, mutlakâ zevâle mahkûmdur.

Bedir Gazvesi, İslâm ve îmânın bir nevî var oluş mücadelesi mâhiyetindeydi ve mü’minlerin zaferiyle neticelenmişti. Bedirʼde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, zırhı üzerinde olduğu hâlde şu âyeti okuyarak çadırından çıkıyordu:

سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَ يُوَلُّونَ الدُّبُرُ

O topluluk yakında hezîmete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.” (el-Kamer, 45)

Bunu gören Hazret-i Ömer (r.a) şöyle diyor:

“Bu âyet Mekke’de nâzil olduğu zaman kendi kendime; «Acaba hangi cemaat bozguna uğratılacak? Kime galebe çalınacak?» demiştim. Bedir günü gelip de Rasûlullah (s.a.v)’in bu âyeti okuduğunu duyunca, hezîmete uğrayacağı bildirilen topluluğun Kureyş müşrikleri olduğunu anladım. Âyetin tefsîrini o gün öğrendim.” (İbn-i Saʻd, II, 25; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 312)

Ashâb-ı kirâm, Mekkeʼde sayıca az ve maddî bakımdan zayıf hâlde iken gelen bu ilâhî vaadin kendileri eliyle gerçekleşeceğini muhtemelen tahmin bile etmiyor, herhâlde Allah Teâlâ güçlü-kuvvetli bir başka kavim getirip Mekke müşriklerini bertaraf edecek, zannediyorlardı. Fakat yakın bir gelecekte gördüler ki, Allah dilerse, nice zayıf ve az denilen toplumlar, güçlü-kuvvetli zannedilen toplumlara gâlip gelebilir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere:

Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)

Bugün de tepeden tırnağa silâhlı ordularla savunmasız sivilleri katleden melʼunlar zafer kazandıklarını düşünedursun, bu zâlimler, aslında bu dünyada kendi sonlarını hazırlamaktan, ukbâda ise Cehennem ateşini kendileri için daha da alevlendirmekten başka bir şey kazanmış olmuyorlar.

Diğer taraftan, Mevlânâ Hazretleriʼnin buyurduğu gibi:

Karanlık ne kadar zifiri ve güçlü olursa olsun, bir kibrit çakabilmek, o karanlığı aydınlatmaya yeter…”

Yani Allah dilerse, karanlıklar bir anda zâil olabilir. O dilerse zulüm ve musîbetlerin kara bulutları ansızın dağılabilir, nurlu şafaklardan saâdet güneşi doğuverir. O, “ol” derse, en olmaz zannedilen şeyler oluverir. Fakat Cenâb-ı Hak, “sünnetullah” îcâbı, her şeyi bir vakte bağlamış ve bu cihan mektebinde kullarını imtihan etmektedir.

Âyet-i kerîmelerde buyruluyor:

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!

O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: «Biz Allâhʼın kullarıyız ve biz Oʼna döneceğiz.» derler.

İşte Rabʼlerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (el-Bakara, 155-157)

Öte yandan, Allah Teâlâ nûrunu tamamlayacağını vaad etmiştir ve O, aslâ vaadinden dönmez. Dolayısıyla bunun bir gün gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunda endişe duymak yersizdir. Müʼminler olarak asıl endişelenmemiz gereken husus, o ilâhî vaadin gerçekleşmesi için bize düşen vazifeleri ne kadar yerine getirebildiğimizdir.

Bu hususta müʼminler olarak üstümüze düşen vazifeyi Cenâb-ı Hak şöyle bildiriyor:

Ey îmân edenler! Sabredin. Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. (Cihâd için) hazırlıklı ve uyanık olun ve Allâha karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmrân, 200)

Yine bugün bizlere düşen; Filistinli, Gazzeli, Doğu Türkistanlı, Myanmarlı, Sudanlı, Afrikalı din kardeşlerimize vefâ hisleriyle dolu olmamızdır. Onlar için elimizden gelen ne varsa seferber etmemizdir. Maddî-mânevî desteğimizi sürdürmemizdir. Bilhassa seherlerde duâlara devam etmemizdir. Eli kanlı zâlimlere ve onların destekçilerine karşı boykotu titizlikle sürdürmemizdir.

Bizim çocukluğumuzda ihtiyar dedeler-nineler “kefen parası” adıyla üç-beş kuruşu bir kenara ayırırlardı.

İnşâallah Gazzeʼde zulüm zevâl bulup yardım yolu açıldığında kardeşlerimizin yaralarını sarmak ve vatanlarını yeniden îmâr etmelerine destek olmak için, bizler de gücümüz nisbetinde bir meblâğ hazırlamaya gayret edelim.

Şu da câlib-i dikkat bir husustur ki Gazze’de son dokuz aydan beri, âdeta Mekke devrinde müslümanlara revâ görülen zulüm, işkence ve ambargonun bir benzerini görüyoruz. Ne var ki o câhiliye devrinde bile müslümanların çocukları katledilmiyordu. Bugünkü modern câhiliyede ise müslümanların bilhassa çocukları hedef alınıp katlediliyor.

Tarih tekerrür ediyor. Kahr-ı ilâhîye dûçâr olan Nemrut ve Firavun da “çocuk kâtili”ydi. Onlar da Hazret-i İbrahim ve Hazret-i Mû (a.s) gelecek ve saltanatlarını yerle bir edecek korkusuyla, yeni doğan erkek çocukları katletmişlerdi. Fakat kendi akıllarınca aldıkları bu tedbir, onlar için Allah katında takdir edilen helâkin önüne geçememişti.

Bugün de siyonist işgalciler, benzeri bir gerekçeyle, yani “bu çocuklar büyüdüklerinde bizim hedeflerimiz için tehdit oluşturacaklar” bahanesiyle, günahsız yavruları kasten katlediyorlar. O zâlimler de -inşâallah- Kurʼân-ı Kerîmʼde kıssaları nakledilen “çocuk kâtilleri”nin âkıbetine dûçâr olurlar.

Elbette bu nevî tecellîler -imtihan sırrına binâen- birden olmuyor; büyük sabır istiyor, sebat istiyor, çilelere tahammül istiyor, en mühimi de müddet istiyor. Zira Cenâb-ı Hak zâlimlere de mühlet verir, fakat aslâ ihmâl etmez. Vakti geldiğinde zâlimlerden mutlakâ intikâmını alır.

Mekke devrinde câhiliye müşriklerinin müslümanlara uyguladığı muhâsara üç sene sürmüştü. Tıpkı bugünkü Gazze gibi müslümanlar o zaman da bir bölgeye hapsedilmiş, giriş-çıkışlar ve yardımlar yasaklanmış, müʼminler açlık-susuzluk ve her türlü mahrûmiyete mahkûm edilmişlerdi. Açlıktan ağlayan çocukların feryatları komşu mahallelerden duyulur olmuştu. Bugünkü Gazzeʼye benzeyen bir hâl yaşanmıştı. Fakat üç senelik sabır imtihanının ardından, ilâhî yardım umulmadık bir şekilde tecellî etti.

Mehmed Âkifʼin;

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

mısrâlarında târif ettiği ilâhî lûtuflar, birer birer tahakkuk etmeye başladı.

Müʼminleri, her türlü ezâ, cefâ ve işkencelerle yıldırmaya çalışıp onları Medîneʼye hicret etmeye mecbur bırakan Mekkeli müşrikler, çok geçmeden şiddetli bir kuraklık ve kıtlığa dûçâr oldular. Hattâ semâya bakıyorlardı, açlıktan gözleri kararıyordu. Cenâb-ı Hak birkaç sene sonra müʼminleri mazlûmen çıktıkları Mekkeʼye muzafferen döndürmüştü.

Günümüzün modern câhiliyesinde de son dokuz aydır İsrail katliamlarına direnen, Allah için, din için, vatan için fedâ-yı cân eden müʼminlerde, ashâb-ı kiramdakine benzer îman, sabır ve sebat tezâhürleri gördük. Ümîd ederiz ki Gazze müdâfaası da müʼminlerin zaferiyle neticelenir; zâlim siyonistler -tıpkı câhiliye müşrikleri gibi- akıllarına bile gelmeyen hezîmetlere dûçâr olurlar inşâallah...]

Cenâb-ı Hak, vatanımızı, milletimizi, bütün İslâm âlemini şerirlerin şerlerinden muhafaza buyursun. Ümmet-i Muhammede birlik, beraberlik, firâset, basîret, huzur ve âfiyet ihsân eylesin. İlâhî rahmet, mağfiret, nusret ve inâyetinden mahrum etmesin.

Âmîn!..

Tashih: Geçen ayki yazımızda Bağdatlı Rûʼye ait bir beyit, yanlışlıkla Ziya Paşaʼya izâfe edilmiştir. Düzeltir, kıymetli okuyucularımızdan özür dileriz.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle