Sanatlar: “Dost-hasım”, “âb-ı hayat - zehr-i mâr” kelime ve terkipleriyle “tezat”, “Dost-hasım, zehr-i mâr-su, olur-döner, âb-ı hayat-zehr-i mâr” kelimelerinde birinci mısrada sıralanan kelimelerin tamamlayıcı karşılığının ikinci mısrada verilmesiyle “leff ü neşr”, “Âb-ı hayat-su-iç-; âb-su; zehir-mâr” kelimeleriyle “tenâsüb”, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın ayağını ısıran yılanın zehrini tesirsiz hâle getirme mûcizesi ve âb-ı hayat hikâyesinin hatırlatılmasıyla “telmih” sanatı yapılmıştır.
Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su
(Dostu, yılan zehri içse, bu zehir onun için âb-ı hayat olur. Fakat düşmanı su içse; o su, düşmanına elbette yılan zehrine döner.)
Sanatlar: “Dost-hasım”, “âb-ı hayat - zehr-i mâr” kelime ve terkipleriyle “tezat”, “Dost-hasım, zehr-i mâr-su, olur-döner, âb-ı hayat-zehr-i mâr” kelimelerinde birinci mısrada sıralanan kelimelerin tamamlayıcı karşılığının ikinci mısrada verilmesiyle “leff ü neşr”, “Âb-ı hayat-su-iç-; âb-su; zehir-mâr” kelimeleriyle “tenâsüb”, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın ayağını ısıran yılanın zehrini tesirsiz hâle getirme mûcizesi ve âb-ı hayat hikâyesinin hatırlatılmasıyla “telmih” sanatı yapılmıştır.
Gönül Gözüyle Mânâsı: Dîvan edebiyatında “âb-ı hayat”; içeni ölümsüzlüğe, zindeliğe, gençliğe ve sonsuzluğa ulaştıracağına inanılan efsanevî bir hayat suyudur.
Şark efsanesinde ise, içene sonsuz hayat bahşeden ve karanlıklar diyarından akan bir su olarak kabul edilir. Hızır ve İlyas peygamberlerin bu sudan içtiği ve Hızır -aleyhisselâm-’ın da bu sebeple “ölmezlik” sırrına erdiği, bir bakıma kutup vazifesi yapmakta olan Hazret-i Hızır’ın karada; İlyas -aleyhisselâm-’ın denizde darda kalanlara Hakk’ın inâyetiyle yardım ettiği düşünülür.
Hazret-i Hızır; fânî vücudu ile değil, rûhânî ve mânevî kişiliği ile yaşamaktadır. Hayat-ı rûhâniyye ve nûrâniyye ile diridir ve İbn-i Arabî’ye göre, âlem-i misâlde müşâhede edilebilmektedir.
* * *
Rivayete göre, hicret esnasında Sevr Mağarası’nda bulunurlarken Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir ara mübârek başlarını Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın dizlerine koyup hafif bir uykuya dalmışlardı. O esnâda Ebûbekir -radıyallâhu anh-, mağarada kendilerine çok yakın bir yerde küçük bir delik gördü. Herhangi bir zararlı haşerâtın çıkıp da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i incitmemesi için hemen ayağını Allah Rasûlü’nü uyandırmadan o deliğin üzerine koydu.
İmtihân-ı ilâhî, gerçekten bir müddet sonra düşüncesinde haklı çıktı. Zira bir yılan, Hazret-i Ebûbekr’in ayağını şiddetli bir şekilde ısırdı ve zehrini akıttı. O büyük sahabînin canı o kadar yandı ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uyanmasın diye hiç kıpırdamadıysa da, gözlerinden düşen birkaç damlaya mânî olamadı. Öyle ki, bu damlalardan bir tanesi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vech-i mübâreklerine düştü. Bunun üzerine uyanan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Ne var yâ Ebâbekir? Ne oldu?” diye sordu.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-:
“-Bir şey yok, yâ Rasûlâllah!” dediyse de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ısrarı üzerine meseleyi anlatmak zorunda kaldı.” (Beyhakî, Delâil, II, 477; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen mübârek tükürüklerini yılanın ısırdığı yere parmaklarıyla sürdüler. Allâh’ın lütfuyla daha o anda Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın acı ve ıztırâbı dindi, yarası şifâ buldu.
Zayıf bir rivâyete göre ise, bu hâdise dolayısıyla Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yılana sordu:
“-Bu işi niçin yaptın?”
Yılan da şöyle dedi:
“-Yâ Rasûlâllah! Ben yıllardır Sizi görmenin hasreti ile şu küçük delikte bekler dururdum. Tam arzuma nâil olacağım sırada, Sizi görebilme yolumun kapanmış olduğunu gördüm. Ancak muhabbetimin galebesine dayanamayarak onu kapatanı engellemek için ısırmak zorunda kaldım.” (Bkz: Osman Nûri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafâ-1, sh: 490-491)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bakan gözün istîdâdına, liyâkatine ve hattâ nasibine göre görülmüştür. Bazıları, O’nu bir hidayet rehberi olarak görüp tâbî olmuş, bazıları da O’nun sûretinde kendi gönül âlemlerinin kir ve pasını görerek dalâlete sürüklenmiş ve helâk olmuştur. Nitekim bir gün Ebû Cehil, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e rastlamış ve şöyle demiştir:
“-Ey Muhammed, ne çirkinsin! Senin gibi çirkin adam görmedim!..”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona:
“-Haklısın.” buyurmuşlardır.
Biraz sonra Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimiz, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e rastlamıştı. O da görür görmez:
“-Yâ Rasûlâllah! Ne kadar güzelsiniz…” dedi. “Anam, babam, nefsim ve bütün varlığım Sana fedâ olsun. Sen ne kadar güzel yüzlü, güzel görünüşlü, tatlı sözlüsün. Ben, Senden daha güzel bir insan görmedim!” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona da aynı cevabı verdi:
“-Haklısın.”
Bu iki cevaba da şâhit olan ashâb-ı kirâm hayretle sordular:
“-Yâ Rasûlâllah, Ebû Cehil, «Ne kadar çirkinsin!» dedi, «Haklısın.» buyurdunuz. Ebûbekir «Ne kadar güzelsin.» dedi, ona da «Haklısın.» buyurdunuz. Sebebi nedir?”
Buyurdular ki:
“-Ben bir ayna gibiyim. Bana bakan kendisini görür. Dolayısıyla Ebû Cehil baktı kendisini gördü ve çok çirkinsin dedi, haklıydı. Ebûbekir baktı, o da kendisini gördü, çok güzelsin dedi, o da haklıydı. Onun için öyle cevap verdim.” buyurdular.
Hakîkatte Ebû Cehl’in küfrü, dâr-ı fenâda ve bekâda onu yokluğa gark eden bir zehir olurken; Hazret-i Ebûbekr’in muhabbet ve fazileti de, Kur’ânî bir mazhariyetle “ikinin ikincisi” iltifatına ve İki Cihan Serveri’nin “dostu” olmaya ve mü’minlerin gönlündeki sonsuz muhabbet ile nâmütenâhî bir ölümsüzlüğe (âb-ı hayata) ulaştırmıştır.
“Halk içre bir âyîneyim; herkes bakar bir ân görür
Her ne görür, kendin görür; ger yahşî, ger yaman görür.” (Niyâzî-i Mısrî)
* * *
“Ve Sana Rabbinden indirilen bu Kur’ân, mutlaka onların birçoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Artık Sen kâfirler topluluğuna üzülme.” (el-Mâide, 68)
* * *
Ey Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-!
“Muhabbetin elimde «urve-i vüskā» (sağlam bir kulp) oldu; Allah onarsın, kırılmaya yol bulmasın. Yâ Rab, gönülde muhabbetini zevâlden Sen sakla, bu menzilde susamışlara rehber, O nûrdur.
Bir an O’nu görme uykusuna erişenlere, o uyku, binlerce yıllık ömürden efdaldir. Yâ Rasûlâllah, Senin can bağışlayan rüyana göz ne vakit erişse, bu şevkle sabah-akşam ağlasın.
Mübarek ismini cân u gönülden zikreden (kimse), yücelik defterinin başına iyi adla yazıldı. Her biri şerefli zümrenin nûrundan iktibas ederek hidâyet göğü üzere yıldızlar oldu. Hazret-i Ebûbekr’e ibretin zehri, muhabbetin şerbetini mağaranın içinde tatlı yemek gibi etti. Tâ haşre dek Senin pâk rûhuna binlerce tahiyyât ile salât ve selâm olsun.” (Yaşar Aydemir, Behiştî Dîvânı, MEB, Ankara, 2000, s: 176-181)
Meliha AYDINLI
YORUMLAR